KORKUDAN KORKMAK (Aziz NESİN)
Nelerden korkarsınız? Yükseklik, yalnızlık, karanlık, örümcek, uçağa binmek... Peki hiç düşündünüz mü korkudan korkmak nedir, yaşantımızı nasıl etkiler? Aziz Nesin “Korkudan Korkmak” adlı kitabında bu sorunun cevabını arıyor ve pek çok şeyi sorguluyor. Ülkemiz için sorumluluklarımızı yerine getiriyor muyuz; iyi birer vatandaş olmak, çocuklarımızı topluma faydalı bireyler olarak yetiştirmek için gerekenleri yapıyor muyuz ya da en azından bu yolda gayret gösteriyor muyuz?
“Başkalarını korkutmaya çalışan ve korkutanların kendileri daha
“Başkalarını korkutmaya çalışan ve korkutanların kendileri daha
* * * * *
“Uyandırdığı
çağrışımlardan başka, benim için bir kitabı değerlendirici ögelerden birkaçı
da, toplumun gereksinmesine yanıt verebilmesi, insanları yaşamlarını
kolaylaştırıcı biçimde aydınlatması ve okurlarda değişme ve değiştirme isteğini
yaratabilmesidir.”
Sizin
bir kitabı değerlendirici öğeleriniz nelerdir? Size bir şeyler öğretmesi mi,
hoşça vakit geçirtmesi mi, sizi size anlatması mı, anlaşılır olması mı ya da
ilginç benzetmelere, farklı bir anlatıma sahip olması mı? Peki, okuduğunuz
kitaplar sizde değişme ve değiştirme isteği uyandırıyor mu? Siz de “Bir kitap
okudum hayatım değişti.” diyenlerden misiniz; yoksa “Her okuduğum kitap bende
bir iz bırakır, bir yenilik meydana getirir.”
diyenlerden mi?
* * * * *
“İnsan
toplumun bireyi olduğuna göre, her insanın bir üstbeni (vicdanı) ister istemez
vardır. Örneğin Hitler’in, Mussolini’nin, sizin, benim, hepimizin
vicdanları olduğu gibi… Vicdanlarının sesini dinlediklerini söyleyen insanlar,
üstbenlerini oluşturup biçimlendiren ve yabancılaşmış oldukları toplumsal
güçlerin seslerini dinlemektedirler. Bu yüzdendir ki, örneğin Çernobil
olayından sonra Türkiye çaylarında radyasyon yok dediği için işinden çıkarılan Türkiye
Atom Enerji Kurumu Başkanı “vicdanım huzur içinde” diyebildiği gibi, çaylarda
radyasyon olduğunu söyleyen uzmanlar da, Atom Enerji Kurumu Başkanını işinden
çıkaran Başbakan da “vicdanım huzur içinde” diyebiliyor. Oysa bu üç kişiden en
az birinin vicdanının huzur içinde olmaması gerekirdi.”
Çoğu
zaman ne deriz? “Vicdanının sesine kulak ver.” Peki, herkes vicdanının sesine
kulak veriyor mu? Yoksa herkes vicdanının sesine kulak verince işler daha mı
çok karışıyor? Aç olduğu için dayanamayıp ekmek çalan birini cezalandırırsak mı
vicdanımız daha rahat olur, cezalandırmazsak mı? Kimimizin vicdanı
“Cezalandırılmalı!” der, kimimizinki “Bu seferlik affedelim.” Kararı kimin
vicdanına göre vermemiz gerekir?
* * * * *
“Toplumsal
korku, toplumun bir bölümünü ya da çoğunluğunu etkisi altına alarak ortaklaşa
(anonim) korkular da oluşturur. Örneğin, dünyamız insanlarına benzeyen başka
türlü yaratıkların başka gezegenlerden inerek dünyamızı zapt ve işgal edeceği
üzerine ABD’de yapılan sürekli yayınlar, hatta bu konuda kurulan dernekler,
yayınlanan sözde bilimsel dergiler, kitaplar ve çizgi romanlar ABD halkında
öyle bir ortaklaşa korku yaratmıştı ki, OrsonWelles’in
bir radyo
programına
özgünlük olsun diye “Şu anda dünyamıza Merih insanları inmiş bulunuyor!” diye
başlamış olması Amerikan halkında çok büyük korku (panik) yaratmış ve bu
korkunun etkisiyle kurtuluş için evlerinden bilinmeyenlere doğru kaçanlar,
toplumsal ortaklaşa korkunun bir tarihsel olgusunu vermişlerdi. Merih
insanlarının dünyamızı işgal edeceği korkusunun uyanabilmesi için o toplum
insanlarının kurgubilimsel romanlarla, filmlerle ve az çok teknikle yakınlığı,
ilişkisi olması gerekir. Bu yüzden geri kalmış toplum insanları, Amerikalıların
Merih insanlarından korkusunu gülünç bulabilirlerken, kendilerinin başka
toplumsal ortaklaşa korkular içinde yaşadıklarını ayırt etmezler.”
* * * * *
“Ağacı
görüp ormanı göz ardı etmek nasıl yanlışsa, ormana bakıp ağacı gözden kaçırmak
da yanlıştır.”
* * * * *
“Türk
insanının üretmen olmadan
tüketmen olarak eğitilerek yetiştirilmesi, Türkiye’nin dışa bağımlılığını
gösterir ve bu dıştaki parlak cilalı görünüşe karşın özde geriye doğru gidişin başlangıcıdır.”
Üretmen
miyiz, tüketmen mi? Dışa bağımlılık mı? Bir bakalım. Spor ayakkabınızın üretim
yeri… Ya bilgisayarınız, fotoğraf makineniz? Cep telefonu, şemsiye, parfüm,
krem… Made in…. PRC, France, USA?!
* * * * *
“Salt
insanları değil, gelenekleri, tabuları, yasaları, görenekleri, verilmiş
yargıları, her şeyi eleştirmelisiniz. Eleştirmek, her zaman haklı olduğunuz
anlamına gelmez. Ama bir şeyi, eleştirdikten sonra benimserseniz, neyi, niçin
kabul etmiş olduğunuzu bilirsiniz. Eleştirinin amacı eleştiri değil, doğruyu
bulmaktır. Eleştiri olsun diye eleştirmek, yani her zaman, her yerde, her ne
olursa olsun ille de eleştirmek alışkanlığı, bilgiçlik taslama biçimine
gelebilir. Bunu önlemek için de, özeleştiri ve özdenetim gereklidir.”
Eleştiri
ve yergi aynı anlama mı gelir farklı anlama mı? Biz eleştirmek yerine genelde yeriyor,
olumsuzlukları mı söylüyoruz? Hatta belki de nefretimizi dile getiriyoruz.
Acaba olumsuzluklara odaklandığımız için mi eleştirdiğimizi sandığımız şeyleri
benimseyemiyoruz? Ne de olsa “o” kötü, diğerleri iyi. O zaman tartışmaya gerek
yok. Peki, neden kötü? “Kötü de ondan”
Sebep… Yok; açıklama… Yok; düşünce…
* * * * *
“Türkiye dünyada en çok yasakların bulunduğu
ülkedir, ama aynı zamanda dünyada en çok yasakların çiğnendiği ülkedir de… Ne
denli çok yasak konulursa, o denli de çok yasak çiğnenecek demektir.”
* * * * *
“Çocuk
şunu öğrenmelidir: Ben ‘bir şey’im, ama herhangi ‘bir şey’ olmadığım gibi ben
‘her şey’ de değilim.”
Çocuklarımıza
“bir şey” olmayı öğretebiliyor muyuz; yoksa onlar kendilerini “hiçbir şey” ya
da “her şey” mi sanıyorlar?
* * * * *
“Uygarlık,
ancak pek çok nitelikleriyle tanımlanabilecek bir kavramdır. Ben uygarlığın
niteliklerinden özellikle şu ikisi üzerinde duruyorum:
●Tedirgin olabilmek: Çirkin, kaba, bayağı, kötü, yanlış olan her şeyin, insanın beş duyusunu, sağbenisini (zevkini), sağduyusunu tedirgin etmesi, o insanın uygarlığını gösterir. (Pis koku, kulak tırmalayan sesler, uyumsuz renkler, gürültü, iğrençlikler, kabalıklar, her türlü bayağılıklar, düzeysiz konuşmalar ve kaba davranışlar, kirli görünümler, yalan, demagoji vb.)…
●Tedirgin olabilmek: Çirkin, kaba, bayağı, kötü, yanlış olan her şeyin, insanın beş duyusunu, sağbenisini (zevkini), sağduyusunu tedirgin etmesi, o insanın uygarlığını gösterir. (Pis koku, kulak tırmalayan sesler, uyumsuz renkler, gürültü, iğrençlikler, kabalıklar, her türlü bayağılıklar, düzeysiz konuşmalar ve kaba davranışlar, kirli görünümler, yalan, demagoji vb.)…
●Uygarlığın bir niteliği de, uygar
insanın uzakgörüşlü olması, geleceği önceden yaşamasıdır. Burnunun ucunu bile
görmeyen, günügününe yaşayan, yarınları ve uzak yarınları yaşarmış gibi tasarlayıp
düşünemeyen insan uygar olamaz. Bir insan, ne kerte uzağı (hatta ölümünden
sonraki uzağı bile) tasarlayarak, düşünerek yaşarsa, o denli uygar kişidir.”
Peki,
toplumsal ya da bireysel olarak biz ne kadar uygarız? Acaba gerçekten uygar
olmak istiyor muyuz? Yoksa uygarlık sıkıcı mı? (!) Her taraf pırıl pırıl, sakin; herkes kibar,
şık, dürüst…
* * * * *
“Orta
tabakadan tanıdığım bir ailenin tek çocuğunun özel odası oyuncaklarla doluydu.
Altı-yedi yaşındaki çocuğun her türlü oyuncağı vardı. Çocuğu artık oyuncakla
sevindirmek olanaksızdı. Bigün annesinin şöyle dediğini anımsıyorum:
—
Artık oğlumuzu oyuncakla sevindirebilmemiz için ona gerçek bir uçak almamız
gerekiyor; oyuncak olarak alacak başka bişey kalmadı.”
Annenin
cümlesi size de tanıdık geliyor mu?
* * * * *
“Bir çocuğun
oyuncağını kırmamasını istemenin ne büyük saçmalık olduğunu hiç düşündünüz mü?
Küçük oğluma Almanya’dan armağan getirdiğim elektrikli treni daha ilk günü
bozduğunda ne kerte kızdığımı şimdi düşünüyorum da, elli yaşımın aptallığına
şaşıp şaşıp kalıyorum. Çocuk, kırmadan, bozmadan, yapmasını nasıl öğrenecek?
Karnına basınca viyaklayan bebeğin, canlı olmadığı halde nasıl viyakladığını
merak etmeyip de karnını makasla delip içine bakmayan meraksız çocuk, sizce
nasıl bir çocuktur? Ben, meraksız çocuklar yetiştirmek istemiyorum.”
Bahçede
top oynayan çocuklara “Evladım dikkat edin, camlara gelmesin; yerden oynayın, topa hızlı vurmayın.” diyen bir komşu size de tanıdık geliyor mu? Ya da
teneffüs sırasında “Oğlum otur yerine, kıpırdama.” diyen bir öğretmen? Peki
deniz kenarında üzerinde mayosuyla kumdan kale yapan çocuğuna dönüp “Kızım
dikkat et, şimdi ıslanacaksın; hem yere oturma mayon kirlenir.” diyen bir anne?
* * * * *
“ ‘Bana
dokunmayan yılan bin yaşasın!’ diyenler çok var. Sonuçta ne oluyor? Evet, yılan
bin yaşıyor, ama dokunmadıklarına dokunmadığı için değil, sıraya koyup zamanı
gelince onlara da dokunduğu için.”
* * * * *
“Mustafa
Kemal Türkiyesi, yabancılardan on para almadan, sömürgenlerden yardım
dilenmeden, demiryollarıyla, endüstrisiyle, her şeyiyle kurulmuştur. İkinci Dünya
Savaşı Türkiyesi, Kurtuluş savaşı Türkiyesinden daha mı yoksuldu ki,
gırtlağımıza kadar borca gömüldük? Bu borçlar uğruna, ne olduğu hâlâ halktan
saklanan gizli ikili anlaşmalar yapıldı yabancılarla.”
▬ ▬ ▬