YERYÜZÜNE DOKUN
T.C.McLuhan’dan çevre, doğa ve dünya dostu olanlara seslenen bir kitap: Yeryüzüne Dokun. Kızılderililerin doğaya, insana, yaşama gösterdiği saygının gözler önüne serildiği bu kitapta Amerika’nın keşfinden sonra oraya gidenlerle Kızılderililer arasında yaşananlara da yer verilmiş.
“ ‘Kutsal Toprak Ana, ağaçlar ve tüm
doğa, düşüncelerinizin ve yaptıklarınızın şahididir.’ Winnebago bilge sözü”
“Kızılderililer daima saygıyla konuşurlardı. Kendi
isteklerini çevrelerine zorla kabul ettirmeyi uygun bulmazlardı; onlara göre
kişisel kazançlar, hemen hemen istisnasız, fakirliğe giden bir yoldu, zenginliğe
değil. Yaşamlarının anlamını, birbirleriyle ve yaşadıkları çevreyle olan
ilişkileri belirliyordu - bunlar da anılarla, bir derinlik ve güç kazanıyordu.”
Peki ya biz? Daima saygıyla konuşuyoruz muyuz? Kendi isteklerimizi çevremize zorla kabul ettirmek için mi
uğraşıyoruz? Kişisel kazançlarımızla mı zenginleşiyoruz yoksa kişisel kazançlar
bizim için önemli değil mi? Ya da buna “kişisel çıkar” demek daha mı doğru
olur? “Kişisel kazanç”la “kişisel çıkar” farklı mıdır yoksa bizim toplumumuzda
mı böyle bir anlam farklılığı ya da aynılığı oluşmaktadır?
*
* * * *
“Kızılderililer beyazların
yöntemlerini göre göre, seslerinin tonu şaşkın, kızgın, endişeli ve en sonunda
da tümüyle ümitsiz bir hale geldi.”
*
* * * *
“Toprakla ve onun bize verdikleriyle doğru bir ilişki
kurmalıyız; aksi taktirde, Kızılderililerin yıkımını doğanın yıkımı, doğanın
yıkımını da bizim yıkımımız takip edecektir.”
Biraz düşünelim. Sel, çığ, toprak
kayması, balık ölümleri… Bunların fabrika atıkları, orman katliamı, nehir
yataklarına bina yapımı ile ilgisi olabilir mi ya da bunca insanın kullanıp
attığı pet şişeler, naylon torbalarla? “Koskoca deniz, benim attığım şişeyle mi
kirlenecek!” cümlesi size de tanıdık geliyor mu?
“ ‘Biz her zaman bolluk içindeydik; çocuklarımız
hiçbir zaman açlıktan ağlamadı, halkımız hiçbir şeye muhtaç olmadı. Kaya
Irmağı’nın hızla akan suları bize bol miktarda balık veriyordu. Çok verimli
olan toprak, bizi asla mısır, fasulye ve kabaktan yoksun bırakmıyordu… Köyümüz,
yüz yıldan uzun bir süredir burada kuruluydu ve bütün bu zaman boyunca, Mississipi
Vadisi tartışmasız bize aitti. Köyümüzdeki insanlar çok sağlıklıydı ve bu
topraklar üzerinde bu kadar iyi şartlara sahip olan başka bir bölge ya da bizim
av alanlarımızdan iyi olan başka bir yer daha yoktu. Eğer o günlerde kasabaya bir
kâhin gelmiş olsaydı ve şimdi başımızdan geçen bu olayları yaşayacağımızı
söyleseydi, halkımızdan hiç kimse ona inanmazdı.’ Kara Atmaca, Sauk ve Foxların
Reisi. ”
Eğer en az on, on beş yıldır aynı
şehirde oturuyorsanız etrafınıza daha dikkatli bakın. On, on beş yıl önce
nasıldı hatırlayın. Şimdi nasıl, görün. On beş yıl sonra nasıl olacak, hayal edin. Sizce de artık bazı şeylere
inanmanın zamanı gelmedi mi?
*
* * * *
*
* * * *
“ ‘Lakota yaşlısı bilgeydi. Doğadan uzak kalan insanın kalbinin sertleşeceğini
biliyordu; Büyüyen ve yaşayan nesnelere yapılan saygısızlığın, insana karşı
saygısızlığa da yol açacağını biliyordu. Bu yüzden, gençlerini doğanın
yumuşatıcı etkisine yakın tuttu.’ Lakota Reisi Dinelen Ayı.”
*
* * * *
“1877 Eylülünde, ulusu adına,
istemeyerek ama beyazlara güvenerek geniş otlaklarının 125.000 kilometrekarelik
bir kısmını Kanada hükümetine verdi. Bu anlaşma, bufaloları hızla yok olmaya ve
Karaayakları da neredeyse açlıktan ölmeye kadar götürdü. 1890 Nisanında, ölüm
döşeğindeyken, son sözleri yaşam hakkındaydı: ‘Yaşam nedir? Geceleyin bir
ateşböceğinin saçtığı ışıktır. Kışın, bufalonun soluğudur. Otların arasında koşan
ve Günbatımında kaybolan gölgeciktir.’ Karaayak Konfederasyonunun sözcüsü
Kargaayak”
Sizin için yaşam
nedir? İşiniz, eşiniz, çocuğunuz, bilgisayarınız, kitaplarınız?... ; dalgaların
sesi, rüzgârın serinliği, çiçeklerin kokusu?... Doğanın güzelliklerini de fark
edip onlara da kucak açmamız gerekmez mi? “İşim, eşim, eşyam olmasa ne
yapardım?” deriz de şunu hiç düşünür müyüz acaba? Rüzgâr hiç esmese, nehirler bir anda kurusa, çiçekler açmasa… Ne yapardık?
*
* * * *
“Biz, meşe palamutlarını ve
fıstıkları sallayarak düşürüyoruz. Ağaçları baltalayıp devirmiyoruz. Biz
yalnızca kurumuş ağaçları kullanıyoruz. Ama beyazlar toprağı deşiyorlar,
ağaçları söküyorlar, her şeyi öldürüyorlar. Ağaç diyor ki, ‘Yapma. Acıyor.
Canımı yakma.’ Ama onlar, onu baltalayıp kesiyorlar. Toprağın ruhu, onlardan
nefret ediyor.”
Yeryüzündeki
canlılar kaça ayrılır, desem ne dersiniz? “3’e: insanlar, hayvanlar, bitkiler.”
Bunlardan en çok hangisine zarar verilince üzülürsünüz? Sonuçta üçü de “canlı”
değil mi, zarar verilecek olsa üçünün de “can”ı yanmıyor mu? Bunların içinde en
sesini duyuramayanı bitkiler, ağaçlar değil mi? “Cana can katmak” gerekirken
“can” yakmak iyi mi?
*
* * * *
“Bir hayvanın yaşamı, büyük ölçüde, etrafındaki doğal
koşullara bağlıdır. Eğer bugün burada bufalolar olsaydı, bence eski zamanların
bufalosundan farklı olurdu çünkü bütün doğal koşullar değişti. Ne aynı
yiyecekleri bulabilirlerdi, ne de aynı çevreyi. Atlarımızdaki değişimi
görüyoruz. Eskiden büyük zorluklara katlanabilir, uzun mesafeleri susuz kat
edebilirlerdi. Belli birtakım yiyeceklerle beslenir ve tertemiz sudan
içerlerdi. Şimdi atlarımızın karıştırılmış yiyeceklere ihtiyacı var; daha az
dayanıklılar ve sürekli bakıma muhtaçlar. Bu, Kızılderililer için de geçerli;
daha az özgürler ve hastalıklara kolay yeniliyorlar. Eski zamanlarda kuvvetli
ve sağlıklıydılar, temiz su içer, bufalo eti yerlerdi ve bu bufalolar da
bugünkü sığırlar gibi bir yerlere kapatılmaz, genişçe bir alana yayılmış olarak
yaşardı. Missouri Irmağı’nın suyu, eskisi gibi temiz değil ve artık derelerin
çoğu, su içmek için uygun değil.”
*
* * * *
“ ‘Biliyorsunuz, dağlar her zaman taş binalardan daha
güzeldir. Şehirde yaşamak, yapay bir varoluştur. Orada birçok insan,
ayaklarının altında gerçek toprağı hemen hemen hiç hissedemiyor, saksıdakiler
dışında bitkilerin büyüyüşünü göremiyor ya da caddelerin ışıklarından,
geceleyin yıldızlarla süslenen büyüleyici gökyüzünü görebilecek kadar uzaklaşamıyor.
İnsanlar, Yüce Ruh’un yarattığı sahnelerden uzakta yaşadığında, onun
kanunlarını da kolayca unutuyorlar.’ Tatanga Mani (Yürüyen Bufalo)”
*
* * * *
“Birçok gencimiz, ilk
eğitimlerini Kuzey Eyaletlerdeki okullarda aldılar, sizin ilimlerinizin hepsi
öğretildi onlara; ama bize geri döndüklerinde, ormanda nasıl yaşanacağı
konusunda tamamen cahil olan kötü koşuculardı… Ne avcı ve savaşçı, ne de öğüt
veren kişiler olmaya uygundular, hiçbir konuda iyi değillerdi.”
Kırsal, kentsel; yaşam tarzı ayrımı
yapmadan herkese aynı eğitimi vererek mi topluma ve kendine daha faydalı
bireyler yetiştiririz yoksa ihtiyacı olan şeyleri öğreterek mi?
*
* * * *
“Kardeşim, Yüce Ruh’a tapmanın ve
hizmet etmenin yalnızca tek bir yolu olduğunu söylüyorsun. Eğer yalnızca bir
din varsa, neden beyazlar onun hakkında bu kadar farklı düşüncelere sahipler?
Hepsi kitabı okuyabildiği halde, neden aynı fikirde değiller?”
*
* * * *
“Eğer paramız ve kandırılarak üzerinden atılacağımız
topraklarımız olmasaydı, siyah ceketliler, öbür dünyadaki iyiliğimizi düşünme
zahmetine hiç katlanmazlardı. Yüce Ruh, bizi bilmediğimiz şeyler için
cezalandırmayacaktır. Kırmızı çocuklarına adil davranacaktır. Bu siyah
ceketliler Yüce Ruh’la konuşuyor, onlar gibi görebilmemiz için bize ışık
vermesini istiyorlar; ancak kör olan asıl kendileri, onlara yol gösteren ışık
hakkında tartışıyorlar.”
*
* * * *
“Çoğu zaman yerli giyim biçimimiz
alay konusu oluyordu ama hiç bizim giydiğimiz herhangi bir şey, çelik korseler
ve okulda geçen birkaç yıldan sonra, eteklerini kabarık tutmak için
kızlarımızın kalçalarına taktıkları kocaman yastıkların komik görünümüyle
karşılaştırılabilir mi?”
“Bakış açısı” dedikleri
bu mu acaba? Bizim yaptıklarımız doğru, güzel; başkalarının ki yanlış ya da tuhaf…
*
* * * *
“ ‘Evet, beyazların okuluna
gittim. Okul kitaplarını, gazeteleri ve İncil’i okumayı öğrendim. Ancak,
zamanla bunların yeterli olmadığını gördüm. Uygar insanlar, insan yapımı basılı
sayfalara çok fazla bağlılar. Ben Yüce Ruh’un kitabına, yani onun yarattığı her
şeye bakıyorum. Eğer doğayı tanımaya çalışırsanız, o kitabın çok büyük bir
kısmını okuyabilirsiniz. Biliyorsunuz, eğer kitaplarınızın hepsini alıp güneşin
altına serer, onları bir süre için kar, yağmur ve böceklere bırakırsanız,
geriye hiçbir şey kalmayacaktır. Oysa Yüce Ruh size ve bize, doğa okulunda
ormanları, ırmakları, dağları ve bizi de içine alan hayvanları araştırma
olanağı verdi.’ Stoney Kızılderilisi Tatanga Mani”
Galiba kitapları
sadece okumak, korumak, saklamak yetmiyor. Kitaplardan öğrendiklerimizi kendimize,
yaşamımıza katmak; onların öğrettikleriyle insanı, doğayı, yaşamı okuyabilmek
biraz daha mı önemli acaba?
*
* * * *
“Sessizlik, beden, beyin ve ruh
dengesidir. Kendi benliğini koruyan insan, varoluşun fırtınalarında her zaman
sakin ve sarsılmazdır…”
*
* * * *
“Biz, her şeyin Yüce Ruh’un
yarattığı gibi kalmasından hoşnuttuk, onlarsa değildi ve eğer işlerine
gelmezse, ırmakların yolunu bile değiştirirlerdi.”
Irmakların yolu
gerçekten değişiyor mu? Yolunu kestiğimizi ya da değiştirdiğimizi düşündüğümüz
o ırmaklar zamanı gelince eski yoluna dönmüyor mu? Sonra biz de diyoruz ki
“Doğa, intikam alıyor”, “Doğa olaylarıyla mücadele etmemiz gerekir”. Biz
bunları söylerken belki de dinlemediğimiz için sesini duyamadığımız doğa şöyle
diyor: “Ne yaparsanız yapın bazı şeyleri değiştiremezsiniz. Benimle mücadele
edeceğinize bana uyum sağlayın. Deprem bölgesi, dere yatağı… Pek çok özelliğim
belli. “Benim dediğimi yapacaksın” diyerek beni değiştiremezsiniz; çünkü ben
buyum, değişemem. Bunu bir kez daha düşünseniz…”
*
* * * *
“Gerçekleşmediği sürece, güzel
sözlerin etkisi uzun sürmez.”
*
* * * *
“ ‘Kardeşim, halkımın efsanelerinden birinde, halkının
küçük bir bölümünü yöneten bir reisin büyük bir ırmağı geçmesi ve çadırının
kazığını yere çakarken, ‘A-la-ba-ma!’ diye bağırması anlatılır. Bizim dilimizde
bunun anlamı, ‘İşte burada kalabiliriz!”dir. Ancak reis geleceği göremedi.
Beyaz adam geldi, reis ve halkı orada kalamadılar. Oradan sürüldüler ve
karanlık bir bataklıkta, çamurun içine itilip öldürüldüler. Onun söylediği
sözler, beyaz adamın eyaletlerinden birine ismini verdi.’ Khe-tha-a-hi (Kartal
Kanadı)”
*
* * * *
“Topraklarımı ve evimi korumak
için savaştığım zaman, bana vahşi dendi. Beyazların yaşam biçimini anlamayıp
hoş karşılamadığım zamansa, bana tembel dendi.”
▬ ▬ ▬