ATA'NIN ROMANI (Mükerrem Kamil SU)
Bir
gemi yanaştı Samsun'a sabaha karşı
Selam durdu kayığı, çapası, takası,
Selam durdu tayfası.
Bugün 19 Mayıs 2019. 1919 Mayıs’ından bu yana tam yüz yıl geçmiş. O zaman hiçbirimiz dünyada yoktuk. Ve bundan yüz yıl sonra yine hiçbirimiz burada olmayacağız.
Selam durdu kayığı, çapası, takası,
Selam durdu tayfası.
Bugün 19 Mayıs 2019. 1919 Mayıs’ından bu yana tam yüz yıl geçmiş. O zaman hiçbirimiz dünyada yoktuk. Ve bundan yüz yıl sonra yine hiçbirimiz burada olmayacağız.
Hayat
bir devr-i daim. Bugün burada bulunanlardan, işini gereği gibi yapan ya da
yapmayanlardan oluşan. Sorsanız herkes haklı, sorsanız herkes doğru, herkes
bilen…
Bugün için seçtiğim kitap geçmişten gelen bir ses. 1919’un
gençlerinden biri yazmış: Mükerrem Kâmil Su. Bir milletin kabuk değişimini
aktarmış, bu değişimde büyük payı olan bir ismin hayatından yola çıkarak: “Ata’nın
Romanı”
Kitap, çocuk/gençlik kategorisine dâhil edeceğimiz biyografik
bir eser. Elimdeki baskı Karacan Yayınları’na
ait 1981 baskısı. Sahaflardan bulabileceğinizi umuyorum. Farklı bir yayınevinden yeni baskısı da var bildiğim kadarıyla. Özellikle çocuklarımıza,
gençlerimize önerebileceğim bir eser.
Tarihi kitaplarda kaynak aktarımına dikkat ederim. Bu kitapta da
Atatürk’le ilgili anılar bulunmakta.
Herhangi bir kaynak sıralaması yok; ancak Mükerrem Kâmil Su’nun eşi bir
tarihçi ve kendisinin de o dönemde yaşadığını düşününce böyle bir kaynakçanın
kitapta yer almayışı beni pek de rahatsız etmedi açıkçası.
Dediğim gibi kitap Mustafa Kemal’in anılarından oluşuyor. Okul
ve askerlik hayatı, memleket sevdası, çalışkanlığı, disiplini satır aralarından
okuru hemen kavrayıveriyor. Atatürkle ilgili yazılarda abartılı
anlatımlardan pek hoşlanmam. Bir insanın yüceltilmesindense onun yaptıklarının,
yaşadıklarının, fikirlerinin anlatılması, anlaşılması ve paylaşılması
taraftarıyım. Körü körüne bir bağlılık, büyük laflar ve gereksiz payeler bana
epey uzak kalıyor. Örneğin bu kitabın – özellikle başında – zaman zaman “Eyvah!
Abartılı bir anlatımla karşı karşıyayım galiba” diye düşündüm. Ama sayfalarda
ilerledikçe bunun, o dönemi yaşamış bir insanın doğal sevgi aktarımı olduğunu
fark ettim.
Kitapta bilmediğim anekdotlar vardı. Okurken ben de yüz yıl öncesine gittim. O dönemi, o dönemin insanını, yaşam şartlarını düşündüm. Devrini tamamlamış bir imparatorluğun kabuğundan sıyrılarak cumhuriyet Türkiye’sine geçişi, değişim sürecinin sancıları tüm çıplaklığıyla bu anılarda yer alıyor.
Kitapta bilmediğim anekdotlar vardı. Okurken ben de yüz yıl öncesine gittim. O dönemi, o dönemin insanını, yaşam şartlarını düşündüm. Devrini tamamlamış bir imparatorluğun kabuğundan sıyrılarak cumhuriyet Türkiye’sine geçişi, değişim sürecinin sancıları tüm çıplaklığıyla bu anılarda yer alıyor.
Çocuklarımıza anlatalım. 23 Nisan’ın kendilerine armağan
edildiğini; ama aynı zamanda bunun bir “ulusal egemenlik” bayramı olduğunu. Ulus bilincini,
halkın iradesini, kendilerinin yarının büyükleri olduğunu hatırlatalım.
Gençlerimize anlatalım. 19 Mayıs’ın kendilerine armağan
edildiğini; ama bunun aynı zamanda bir spor bayramı olduğunu. Sporun
kurallarının, centilmenliğinin, disiplininin, coşkusunun hedefe ulaşmaları için
önemli olduğunu hatırlatalım. Onlara emanet edilen bu vatanı ileri taşımak için
tıpkı bir sporcu gibi çalışmaları, dürüst davranmaları, azimli olmaları,
centilmence davranmaları gerektiğini hatırlatalım.
19 Mayıs 2119’da burada
olmayacağız. Bu sebeple üzerimize düşeni bugün gerçekleştirmeliyiz. Sevgiyle,
dostlukla, bilgiyle, coşkuyla…
“Ali Rıza Efendi böyle bir evlada
sahip olduğu için gurur duyuyor.
—
Bilmem şimdi anımsıyor musun Zübeyde? Mustafa’nın doğduğu gün bana, güneşimiz
doğdu, demiştin.
—
Evet, Ali Rıza Efendi, güneşimiz o bizim.
—
Bana öyle geliyor ki, bu çocuk memleketimize yararlı bir insan olacak. Büyük
işler başaracak. Öğretmeninin söyledikleri umudumu büsbütün arttırdı. Görünüşe
bakarsan bizim oğlumuzda başka bir hal var. Yaşıtlarına benzemiyor.
—
Ben de öyle görüyorum. Mahalledeki çocukların hiçbirine benzemiyor o.
—
Varımızı yoğumuzu ortaya koyup onu okutmalıyız Zübeyde. Selanik’de, Manastır’da,
İstanbul’da… Onu yüksek okullarda okutmalıyız.
—
Okuturuz Ali Rıza Efendi.”
*
* * * *
“Subaylar memleketin seçkin
insanlarıydılar. Askerlik okulları, zamanın bilgi ve eğitim yuvalarıydı.
Öğrencilere yalnız askerlik değil, tarih, ekonomi, felsefe gibi temel bilgiler
de veriliyordu. Öğrenciler yetenekli iseler bu meslekte yükselebiliyorlardı.
—
Subay adayları, okulu bitirip orduya katıldıktan sonra birçok olanaklara
kavuşuyorlardı. Seyahat ediyor, dünyayı gezip dolaşıyor, geniş Osmanlı
İmparatorluğu’nun en uzak köşelerindeki insanlarla tanışıyorlardı. Görüş
açıları genişliyor, bilgi ve görgüleri artıyordu. Ordu saflarında kendilerini
çok daha iyi yetiştirebiliyorlardı. Mustafa bunları düşünüyor, geleceğe umutla
bakıyordu.”
*
* * * *
“II. Meşrutiyet ilan edilmişti.
Ama dokuz ay sonra bu yönetime karşı olanlar ayaklandılar. Bu ayaklanmayı bastırmak
için Rumeli’de bulunan kuvvetlerden bir ordu meydana getirildi. Harekât Ordusu
denilen bu ordunun Kurmay Başkanı Mustafa Kemal’di. Harekât Ordusu İstanbul’a
geldi. Ayaklanmayı bastırdı. Meşrutiyet rejiminin sürdürülmesini sağladı.”
*
* * * *
“Bir gün bir pasta salonunda
oturuyordu lüks bir yerdi. Danslı çay saati idi. Orkestrayı dinliyordu. O
sırada bir Bulgar köylüsü geldi. Yanındaki masaya oturdu. Garson, adamı
görmezlikten geldi. Masaya uğramıyordu.
Köylü
birkaç kez işaret etti. Masayı tıkırdattı. Garsonu çağırdı. Garson sert bir
sesle:
—
Sana servis yapamam, dedi.
Arkadan
gazinonun sahibi geldi. Buradan çıkıp gitmesini söyledi.
Köylü,
adamın yüzüne baktı:
—
Beni buradan atmaya nasıl cesaret edersiniz? Diye sordu. Bulgaristan’ı benim çalışmam
yaşatıyor. Bulgaristan’ı benim tüfeğim koruyor.
Köylü
direnince polis çağırdılar. Polis köylüden yana çıktı. Çayla pasta geldi. Köylü
de çıkarken bunların parasını tıkır tıkır ödedi.
O
akşam Mustafa Kemal olayı arkadaşlarına anlattı:
—
İşte ben, Türk köylüsünün de böyle olmasını istiyorum, dedi. Köylü memleketin
efendisi durumuna geçmedikçe, Türkiye’de gerçek bir ilerlemeden söz edilemez.”
*
* * * *
*
* * * *
“Bir gün Mustafa Kemal’in
bulunduğu bir sipere düşman ateş açtı. Güllelerden biri siperin ilerisine,
ikincisi daha yakına, üçüncüsü daha da yakına düştü. Dördüncü güllenin onun
bulunduğu yere isabet edeceği kesindi.
Subaylardan
biri:
—
Lütfen komutanım, lütfen kaçınız, uzaklaşınız buradan, diye yalvarmaya başladı.
Mustafa Kemal genç subayın yüzüne baktı, gülümsedi:
—
Artık çok geç… Askerlerime kötü örnek olmam istemem.
Sigarasını
yaktı. Siperdekilerle birlikte dördüncü güllenin düşmesini bekledi. Ama gülle
düşmedi. Nedense düşman top ateşini kesmişti.”
*
* * * *
“Doğu cephesinde savaşlar
birbirini izledi. Mustafa Kemal bu savaşların bir kısmını kendisi yönetti.
Düşmanın Diyarbakır yönünde ilerlemesini durdurdu. Sonunda karşı saldırıya
geçti.
Mustafa
Kemal askerlerinin moralini çok yükselmişti. Öyle ki, komutasındaki iki tümen
beş gün içinde Bitlis’i, Muş’u ele geçirdi. Rusların hesapları alt üst oldu.”
*
* * * *
“Mustafa Kemal söylediğini
yapardı. Yapamayacağı şeyi de asla vaat etmezdi.”
*
* * * *
“Süt çocuğu bebekleri sırtlarına
bağlayıp kağnı süren genç kadınlar. Top mermilerini, cephane sandıklarını kucaklayıp
arabalara yükleyen yaşlı kadınlar. İki omzuna birer gülle yüklemek için
çabalayan genç kızlar. Tapaları bozulmasın, nem almasın diye silahları, savaş
araç ve gereçlerini yorganlarıyla örtüp çocuklarını açıkta bırakan anneler.”
*
* * * *
“Geceleyin birkaç Yunan esirini
çadırına getirdiler. Üstleri başları paramparça idi. Kana, toz toprağa
bulanmışlardı. Esirlerden biri Selanikliydi. Mustafa Kemal’i tanıdı. Üniformasında
işaret olmadığı için:
—
Binbaşı mısınız? diye sordu.
—
Hayır.
—
Yarbay mı?
—
Hayır.
—
Albay mı?
—
Hayır.
—
General mi?
—
Hayır.
—
Pekiyi, siz nesiniz o halde?
—
Ben Mareşal ve Türk Orduları Başkomutanıyım.
Yunan
esiri şaşkınlık içinde kekeledi:
—
Ben Başkomutanın savaş hattına bu kadar yakın bir yerde dolaştığını işitmiş
değilim de…”
*
* * * *
“Kolordu binasının kapısında
aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı, iltifat etti.
—
Sen güreş bilir misin? diye sordu.
Yanında
bulunanların en kuvvetlileriyle askeri güreştirdi. Genç asker hepsini de yendi.
Gazi çok neşelendi. Ayağa fırladı. Ceketini çıkardı. Mehmet’e elense tuttu:
—
Hadi, bir de benimle güreş…
Saf
Anadolu çocuğu Gazi’nin yüzüne hayranlıkla baktı:
—
Gazi Paşam, dedi. Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu
işi başaracak?
Mustafa
Kemal’in gözleri doldu. Ağlamamak için gülmeye çalıştı.”
*
* * * *
“İmparatorluk zamanında erkekler
başlarına fes giyiyorlardı. Fes, Türkiye’nin Adalı Hıristiyan Rumlardan gelmişti.
Onlar da fesi korsanlardan almışlardı. Fes, Avusturya’da yapılırdı.
Fes
başlık olarak kabul edildiği zaman da geniş tepkilere yol açmıştı. Hatta bazı
yerlerde bu yüzden isyanlar bile çıkmıştı. Zamanla alışılmış, sarık gibi fes de
Müslümanlığın bir simgesi olmuştu.”
*
* * * *
“Kastamonu’da kışlaya da
uğramıştı. Koğuşları geziyordu. Her koğuşta duvarlara güzel, özlü yazılar
asılmıştı. Büyük bir levhada da: «Bir Türk on düşmana bedeldir» yazılıydı.
Mustafa
Kemal bu yazının karşısında durdu. Yüzü değişti. Gözleri daldı:
—
Hayır, hayır, dedi. Bir Türk dünyaya bedeldir.”
«Bir Türk on düşmana bedeldir» sözünün hikayesi için bkz.: Fatih İstanbul Kapılarında
*
* * * *
“Arap harfleri, Türkçenin
seslerine uymuyordu. Okunup yazılması çok zordu. Bu harflerle okuyup yazma öğrenmek
yıllar sürüyordu. Yeterince sesli harfi yoktu. İşaretleri karışıktı.”
*
* * * *
“Çankaya’da Gazi’nin sofrası
dostlarına açıktı. Sofranın iyi kurulmuş olmasını ister, sofra örtüsünü
düzeltir, tabaklara bakar, her şeyle ilgilenirdi.
Yemeğe
düşkün değildi. Askerlikte iken alıştığı kuru fasulye pilavı severdi.
Gündüzleri az yer, yumurtayı her zaman isterdi.
Aşçıbaşısı:
«Çok alçakgönüllü idi» diyor.”
*
* * * *
“Çok duygulu idi. Hayvanları
sever, onlara acırdı. Dertlerini insanoğlu gibi anlatamazlar ki, derdi.”
*
* * * *
▬ ▬ ▬