ELA GÖZLÜ PARS CELİLE (Osman BALCIGİL)

Yeni yılın bu ilk yazısında öncelikle herkese sağlık, mutluluk ve huzur dolu bir yıl diliyorum. Umarım ömrümüze güzel bir yıl ekleyebileceğimiz günler yaşarız.

Bugünkü kitabımız “Ela Gözlü Pars Celile”.



Kitap ismiyle dikkatimi çekmişti önce ve tabii ki tanıtım sözleriyle: “Nâzım Hikmet’in annesi, Yahya Kemal’in sevgilisi, Osmanlı’nın ilk kadın nüressamı”. Yazarı da Osman Balcıgil olunca fazla düşünmeme gerek kalmadı, kitabı hemen aldım.
“Kitap Hakkında Kim Ne Demiş?” bölümüne geçmeden önce her zaman olduğu gibi kitabın satırlarında biraz gezinelim yine.


1950 yılının 9 Mayıs’ı. Celile’nin durumunu anlatan üç sayfalık bölüm. Hemen ardından yıl 1902. Selanik. Celile, 9 aylık hamile. Eşi Hikmet hariciye görevlisi. İkisi de köklü ailelerde yetişmiş, kültürlü kişiler, iyi derecede Fransızca biliyorlar.  1950 ve 1902 yıllarını vurgulamamın sebebi Nâzım’ın doğumuyla başlayan hikâyenin, açlık grevine başladığı dönemin hikâyesiyle paralel olarak verilmesi. Celile’nin geçmişten alıp getirdikleri, mutlulukları, heyecanları, pişmanlıkları ve daha fazlası var kitapta.

“Polonya kökenli devlet adamı, dil uzmanı ve eğitimci olan Hasan Enver Paşa’nın¹ kızıydı Celile.
Hasan Enver Paşa ise, 1848 ayaklanması esnasında, Polonya’dan Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’a göç eden ünlü devlet adamı Kont Konstantin Borzecki’nin² oğluydu.
Bir başka şekilde ifade edilecek olursa, Celile, ünlü Borzecki Paşa’nın torunuydu.
1.1827-1929 yılları arasında yaşayan ünlü devlet adamı.
2.Konstantin Borzecki, 1848’de Avusturya ve Rusya’nın saldırdığı Polonya’dan kaçıp Osmanlı’ya sığındı. Hem adını hem de dinini değiştirdi. Mustafa Celaleddin Paşa oldu.

                                               * * * * *

Münevver’in kapıyı açıp içeriye girdiğini fark etmedi yaşlı kadın.
Elinde kalem önünde not defteri öylece oturup kalmış, doğuma gün saydığı Selanik günlerine geri dönmüştü.
Nâzım da zaten, Poselli ailesiyle yedikleri ve bugün bile son derece net hatırladığı o yemekten birkaç gün sonra, 1902’nin 15 Ocak günü dünyaya gelmişti.

                                               * * * * *

“Penceresinden gördüğü hafiyelerin konağı basacağını ve arayacaklarının ne olacağını önceden kaç kadın tahmin edebilirdi?
Hadi etti diyelim, feleğin çemberinden geçmiş bu Osmanlı hafiyelerinin nasıl püskürtülebileceği, kimin aklına gelebilirdi?
Geldiğini varsayalım, nasıl bir kadın cesaret edebilirdi Celile’nin İstanbul’da yaptıklarına?”

                                               * * * * *

“Bu arada, Celile’nin babası Hasan Enver Paşa’ya da boşuna ‘Dilci’ denmiyordu. Paşaya, dedesinden miras kalmıştı Türk dili üzerine çalışmak.”

                                               * * * * *

“Çok sevinmişti Celile. Bütün kardeşlerini severdi ama aralarında çok yaş farkı olmayan sevgili Münevver’in kendisindeki yeri apayrıydı. Dostu, arkadaşı, sırdaşı, bir nevi can yoldaşıydı Münevver onun için. Erkek kardeşleri Mustafa, Mehmet Ali, Ali Fuat ve öteki kız kardeşi Sara’ya da bayılırdı kuşkusuz ama Münevver’i hepsinden ayrı tutardı.”

                                               * * * * *

Biricik oğlu Nâzım, 1938 Aralık’ında, kendisine sorulacak olursa ‘hiçbir suçu olmadan’ yirmi sekiz yıl dört ay ağır cezaya çarptırılmıştı.
‘Neymiş efendim, orduyu isyana teşvik etmişmiş… Koskoca ordu da Nâzım’ın teşvikiyle hareket eder sanki…’ diye söylendi Celile.
1950 yılına gelindiğinde, Nâzım hayatının on iki yılını hapiste geçirmişti.
                                               * * * * *

“ ‘Keşke İstanbul’da, bizimle birlikte olsaydı’ diye düşündü kayınpederi aklına gelince. Sonra ‘Ne kadar az geline nasip olur Mehmet Nâzım Paşa gibi bir insanla aynı çatının altında yaşamak’ diye geçirdi aklından.
Oğluna da zaten bu nedenle dedesinin ismini koymuş, Mehmet Nâzım demişti.”

                                               * * * * *

“Güzel kadın otuz beş günlükken kaybettiği İbrahim Ali’nin ölümünden kendisini ve tabii ki Hikmet’i sorumlu tutuyordu.
Halep’e gelme fikri kocasınındı. Çok ısrar etmişti. Buna karşılık, kendisi de resmine katkısı olur düşüncesiyle, bu lanet fikri kabul etmişti.
Oysa İstanbul’da yaşamaya devam etseler, İbrahim Ali şimdi yaşıyor olurdu.”

                                               * * * * *

“Oysa çalışanlara karşı hiç de sert değildi Celile. Sadece yüz göz olmuyor, gerektiğini düşündüğü hassas mesafeyi korumayı biliyordu, o kadar.

                                               * * * * *

“Aslında İstanbul’a ilk otomobil 1895 yılında gelmiş, padişahın tepkisi üzerine geri gönderilmişti. Sonra 1904 yılında Reji İdaresi’nin ısmarladığı otomobillerin gümrükten çıkması da sorun olmuş, duruma el koyan hükümet ‘İstanbul sokakları otomobil kullanmaya müsait değil’ yorumunda bulunmuş, o parti otomobiller de geri gönderilmişti.”

                                               * * * * *

“Sarayın bahçesinde koşturmaları, Fausto Usta ile çalışmaları, Paris ve Roma anıları, Selanik, Halep ve Üsküdar günleri, birer yaprak gibi döküldü hayat ağacından.
Bir defterin içinde saklamak isteseydi, acaba hangilerini toplardı yere dökülmüş bu yaprakların?
Öyle dökülmüştü ki yapraklar, birkaçını kıpırdatmadan herhangi birine ulaşabilmek imkânsızdı. Biri olmadan ötekinin olmasının imkân ve ihtimali olmayacak şekilde, alt alta, üst üste, yan yana, kucak kucağa duruyorlardı.”

                                               * * * * *

“İstanbul’da, 1844’ten 1916’ya kadar doksan dört sergi açıldığını, bunlardan yetmişinin Pera’da gerçekleştiğini okumuş, şaşıp kalmıştı.”                                                                                                                                                                              
                                               * * * * *



Kemal’in sabahleyin gitmeden evvel katlayıp masanın üzerine koyduğu şiirin ilk dörtlüğünü tekrar okudu Celile.
Üşenmedi, kalkıp aynanın karşısına dikildi. İyice yaklaştı. Özellikle, gözlerine ve ta içine baktı.
O güne kadar çok iltifat almıştı ama ‘bir parsın ela gözleri’ne sahip olduğunu ilk kez Kemal’den duymuştu Celile”

                                               * * * * *

“Yahya Kemal Büyükada’da Sessiz Gemi’yi yazmaya çalışırken, Celile de vapurda kaleme ve kâğıda sarılacak, canı arkadaşına, içinde bulunduğu ruh halini ve sevgilisi ile neler düşündüğünü anlatacaktı.”


                                               * * * * *

“Ayaklarının ucuna basarak uzaklaşma, büyük aşkına elveda deme zamanı gelmişti de geçiyordu.
Masasına oturdu ve başlığını sonradan ‘Özlenen’ koyacağı bir şiirle, Celile’ye olan aşkına son verdi: 



                                               * * * * *

“Dağın tepesinden yuvarlanan kar topu, tam da Celile ve Nâzım ümitlerini keserken büyümeye başladı.
Bütün dünya Nâzım’dan söz eder, şiirlerini yayımlar olmuştu.
Nâzım’ın şiirlerini o dönemde Fransa’da Milli Eğitim Bakanlığı görevlisi olarak bulunan Sabahattin Eyüboğlu çeviriyordu Fransızca’ya.”

                                              * * * * *

“15 Temmuz 1950’de yürürlüğe giren af yasası ile Nâzım özgürlüğüne kavuştu.
Bir kerede, on üç yıl beş ay hapis yatmıştı.”

                                               * * * * *

Kitap Hakkında Kim Ne Demiş?
(İşaretli yerlere tıklayarak yazıların tamamını okuyabilirsiniz)

Kitabı almamda yazarının da etkisi olduğunu belirtmiştim. Daha önce okuduğum “Yeşil Mürekkep” anlatımı ve samimiyetiyle hoşuma gitmişti. Bu romanda da aşağı yukarı beni neyin beklediğini tahmin edebiliyordum. Nitekim kitabı okuyunca yanılmadığımı fark ettim. Yine benzer bir anlatım, aynı samimiyet.
Her iki kitapta da beni cezbeden noktalardan biri kurgunun doğallığı oldu. Hemen herkes tarafından tanınan, bilinen isimlerin hayat hikâyelerini yazmanın zor olduğunu düşünürüm her zaman. Daha önce de belirtmiştim, yazarın neyi nasıl yazdığı, gerçek hikâyeye bağılılığı benim için önem taşıyor bu tarz kitaplarda. Bunu başarabilmek de oldukça emek istiyor galiba.
Hoşuma giden noktalardan bir diğeri de – bunun da kurguyla bağlantısı olduğunu düşünüyorum - tarihi anekdotların hikâyeye başarıyla yedirilmesi. Anekdotlarla ilgili açıklamalar için “dipnot” kullanılması benim için bir diğer beğeni unsuru. Böylelikle – bazı kitaplarda olduğu gibi – her açıklama için kitabın arka sayfalarına bakmak durumunda kalmıyorum. Bence açıklamalar hep dipnot şeklinde verilmeli. Çok gerekmedikçe kitabın en arka bölümüne aktarılmamalı; çünkü dikkat dağıtıcı olabiliyor.


Parlak Jurnal'de Fatma Kübra "Kitap İncelemesi" diyerek kitap hakkındaki izlenimlerinden söz etmiş. Yazısını Nâzım Hikmet'in şiirleriyle zenginleştirmiş.
Satranç-Edebiyat'ta Mustafa Yıldız kitabın "roman" kategorisinde değerlendirip değerlendirilemeyeceğine değinmiş. Kitabı "biyografi" olarak değerlendiremeyeceğimiz kesin; çünkü en başta "Gerçek kişilerden ve tarihi olaylardan esinlenilmiştir." ibaresi var. "Piyasa romanı" ifadesini de "hafif" buldum açıkçası. "Biyografik roman" demeyi tercih ederdim ben olsam. Kişinin hayat hikayesinden yola çıkılarak dönemin bir panoraması aktarılıyor ne de olsa. Benim hoşuma giden "dipnot"lar ise pek ilgi görmemiş anlaşılan. Yazıyı okumak isterseniz: "Celile Romanı Üzerine Birkaç Söz"

Kitapla ilgili beklentiler okumalarımızı ister istemez etkiliyor sanırım. Örneğin edebi bir roman okumak değildi benim beklentim. Büyük bir aşk hikâyesi ya da resim aşkıyla geçen bir ömür de aramadım sayfalarda. Celile'den hareketle dönem ve kişiler hakkında bilgi edinmek, bunu ansiklopedik tarzda değil de hikâye anlatımıyla sağlamak benim için yeterliydi. Nitekim öyle de oldu. Beklentilerinize uygun olduğunu düşünüyorsanız keyifle okuyabileceğiniz bir kitap.

Kitap okumayı ve hayata gülümsemeyi unutmayın. Mutlu yıllar...
                                                     ▬    ▬      ▬


Bu Haftaki Tercihleriniz

KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ (Emre CANER)

GÖR BENİ (Azra KOHEN)

BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ (Faruk Nafiz ÇAMLIBEL)

BANDO TAKIMI (Muzaffer İZGÜ)

ŞEMS-İ TEBRİZİ'NİN ÖĞRETİLERİ