GÖZLERİNDE MAVİ KUŞLAR (Dinçer SEZGİN)
Öykü okumayı severim. Öyküleri çoğu zaman daha samimi, daha sıcak bulduğum için belki de. Sanki her gün karşılaştığım insanlardır sözü edilen. Topluma ayna tutan yazın türlerinden
biri de öykü değil midir zaten.
“Gözlerinde Mavi Kuşlar”, Dinçer Sezgin’e ait bir öykü kitabı. İlk olarak ismiyle dikkatimi çekmişti.
Farklı ve içinde hüzün barındıran bir isimdi benim için. Kitapta yedi hikâye
var. Hepsi de hüzün dolu öyküler. Çoğunun buluşma noktası “gözlerinde mavi
kuşlar” ifadesi; bu söz hemen her hikâyenin bir yerinde kullanılmış. Kitapta hoşuma giden bir ayrıntıydı.
GÖZLERİNDE
MAVİ KUŞLAR
İlk öykü, kitapla aynı adı taşıyor. Köy Enstitüsü sınavlarını
kazanan bir genç. Babası Demokrat Parti ilçe meclisi üyeliğine seçilmiş. Aile
bireylerinin umutları ve hayal kırıklıklarının samimi bir dille anlatıldığı
hüzünlü bir öykü.
“Beş
erkek kardeşin en küçüğüydü babam. Evlenip babaevinden ayrılıncaya değin çok
ezilmişti. Belki de ‘adam yerine konmak’ isteğinin temelinde, babaevinden getirdiği
hüzünler yatıyordu. Okuma-yazmayı ‘Halk Mektepleri’nde öğrenmişti ama meraklı
biri olduğu için ne bulursa okumuş, okumasını ilerletmiş, kendi deyişiyle
‘memleket meseleleri’ üstüne konuşacak duruma gelmişti.”
*
* * * *
“Ağabeyim
zarfı alıp açtı, okumaya başladı. Hepimizin gözü ondaydı. ‘Ne yazıyor?’
dememize kalmadan, ağabeyim ‘Helal olsun’ diyerek bir çığlık attı. Beni
göstererek ‘Köy Enstitüsünün sınavlarını kazanmış, dedi.
Kazanacağımı
hiç ummuyordum. Yalnız ben değil, annem babam da ummuyorlardı. ‘bize gelene değin,
kimbilir hangi torpillilerin çocuklarını alırlar oraya,’ diyorlardı. Birdenbire
kazandığımı duyuverince, içimden bir şeyler çekilir gibi oldu.”
*
* * * *
“– Bu
olmadı işte, dedi.
Çayını yarılayan
babam, bardağını masaya bıraktı.
– Nedir olmayan?
–
Çocuğun doğum yeri; köy mü, ilçe mi?
– Uluköy… İlçe efendim dedi babam.
Mesut
bey sıkıntıyla bir sigara yaktı. Bir soluk çekti.
– İşte
olmayan bu, dedi. Biz köy enstitülerine, köy doğumlu öğrencileri alıyoruz.
Başvuru formunda Uluköy’ü görünce, orasını gerçekten köy sanmışız. Kusura
bakmayın bir yanlışlık olmuş. Bu delikanlıyı okula almak hiç mi hiç mümkün
değil.”
*
* * * *
ÖZÜR
DİLİYORUM
İkinci hikâye savaş ortamını anlatıyor. Savaşın acı yüzü isimsiz
bir savaşın, isimsiz bir kahramanı tarafından aktarılıyor. Delikanlı, savaşı kazanan
tarafta; ancak buna gerçekten “kazanmak” denilebilir mi? Çünkü bu savaş kendi
ülkesinden başka bir coğrafyada. Kahramanımız daha bir süre önce gezmek için
gittiği bu topraklarda şimdi - gerekirse - “can almak durumunda olan” bir insanın
gitgellerini yaşıyor.
“Önümde
uzayıp giden, sonu denize ulaşan dümdüz bir cadde vardı. Deniz, her zamanki
denizdi. Bombalardan, tanklardan, uçaklardan, ölenlerden, yaralananlardan,
ayrılanlardan, gözyaşından, elemden, acıdan, yürek korkusundan habersiz, her
zamanki mavisinin güzelliğiyle orada durup duruyordu. Bakıldığı zaman maviliği
ve dinginliği insanı çağırıyor ve yalnızca onun yanında erince ulaşılabilecekmiş
izlenimleri veriyordu.”
*
* * * *
“O zaman
bu caddenin içinden müzik akıyordu. Coşku akıyordu. Güzellik, umut, sıcaklık,
barış akıyordu. Nereden bilebilirdim üç yıl sonra bu kente, bu caddeye elimde
tüfeğimle geleceğimi? Belki de o gece dans ettiğim ve ülkeme döndükten sonra da
bir türlü unutamadığım o, esmer güzeli kızı öldürmeye kalkışacağımı?
Ağlıyordum. Ama yalnızca o esmer kız için değil. Belki o müzik için, belki o
sıcaklık için, belki o el ele tutuşmalar için, belki de barışın o kadife
yumuşaklığı için. Bir sigara çıkarıp yaktım. Yanıma bizim bölükten bir arkadaş
geldi. Ağladığımı gördü. Bir şey demedi. Sigara istedi, verdim, giderken ‘Savaş
bu oğlum, unutma. Savaş bu, savaş’ dedi hınçla.”
*
* * * *
GÜL
Üçüncü öykü üç erkek, üç kadın ve bir ADAM’ın bulunduğu bir
bağevine yapılan baskınla başlıyor. Öykü boyunca bağevindeki kadınları ADAM’ın
hatıraları üzerinden tanıyoruz. İşret âleminde bir araya gelen bu kişilerin
duygu dünyaları ve içinde bulundukları durum öykünün odak noktası. Sürpriz bir
sonla biten öykü kadın ve erkek okurlar tarafından farklı bakış açısıyla
yorumlanacaktır muhtemelen.
“Elindeki
maşayla, ocaktaki ateşle oynuyor, közlerin yerlerini değiştiriyor, arada bir
üstlerine birazcık kül serpeliyor, bittikçe doldurulan kadehindeki rakıyı
içiyor, ağzına bir lokma meze atıyor ve bütün bunları, hiçbir şeyin ayrımına
varmadan yapıyordu. Sanki içinde kurulmuş bir makine vardı. Devinimlerini o
makine ayarlıyor, kendisi de dalıp gittiği dünyada rahatlıkla dolaşabiliyordu.”
*
* * * *
GİZLİ
HANÇER
Bir otostop hikâyesi. Özel araba ya da toplu taşım ikilemi
arasında kalan bir adam. Özel araba rahatlığı baskın gelse de yalnız başına
yolculuk edince vicdan azabı duyuyor. Yolda gördüğü otostop çeken ya da
ihtiyacı olan kişileri arabasına alıyor. Onlarla yaptığı konuşmalar ve geçmişe
dönük hatırladıkları. Hikâyenin konusunu ilginç bulmama rağmen anlatım biraz
kopuk geldi.
“Motoru
çalıştırdı.
‘Keşke başka bir yol olsaydı da, oradan gitseydim ve şu oto-stop
yapanları görmeseydim.’ diye geçirdi içinden. Her gün, sabahları arabasına
binmek keyif olmaktan çıkıp eziyet olmaya başlamıştı kendisi için. Ama
yaşlıydı. Gidip duraklarda bekleyecek sağlığa sahip değildi. Beri yandan, böyle
bir araba keyfini de hak ettiğine inanıyordu. Otuz beş yıllık devlet memuruydu
çünkü. Kendi kendine ‘Görmezlikten gelmek ve buna alışmak zorundasın oğlum.’
diye söylendi.”
*
* * * *
SON SÖZ
Öykü okuma gününe davetli, kitabı yeni çıkmış utangaç bir yazar.
Sürpriz bir son. Genç yazarın heyecanı, duyguları ön planda.
“Belediyenin
‘Söyleşi Salonu’nda yapılacak ‘okuma günü’ne giderken böylesi sorular ve
tedirginliklerle dopdoluydu içi. Tedirgindi, çünkü okuyacağı öykünün beğenilip
beğenilmeyeceğini bilmiyor, seçiminin doğru olup olmadığına bir türlü karar
veremiyordu. Ad yapmış, ünlenmiş yazar arkadaşlarının, kendilerine garip bir
güveni vardı. ‘Biz neyi okursak, izleyiciye neyi verirsek, onlar, onu beğenmek
zorundadırlar.’ diye özetlenebilecek böylesi bir güveni, daha doğrusu kendini
beğenmişliği ne duyumsuyor, ne de böyle bir duyumsamayı, yazar gerçeği olarak
yaşama biçimi haline getirmek istemiyordu.”
*
* * * *
BİR GÜL
YARATMAK
Kafasında hayal ettiği "gül"ü bulmaya çalışan bir arayan. Öyküde
hoşuma giden ifadeler de vardı, akışa pek yakıştıramadığım sözler de.
“Öyleyse
nereden biliyordu aradığı gülün, gördüğü güller arasında bulunmadığını?
Biliyordu işte ve bunu
kendisine de açıklayamıyordu.
Bu
yüzden de, kafasındaki gülü bulmak için araştırmasını, kesintisiz
sürdürüyordu.”
*
* * * *
“O gül
bazen bir sözcüktür, bazen bir tümcedir, bazen bir dizedir, bazen bir şarkı,
bir bakış, bir el tutuştur, bazen bir anımsatma, bir çağrı, bir mektup, bir
küçük armağandır, bazen de eskilerden kalan bir öpüştür ya da gönül duvarına
asılmış eski bir resimdir.”
*
* * * *
KAN
MEZARLARI
Son hikâye okulda geçiyor. Müdürün odasına aniden giren yaşlı
bir kadın. Toplumun kanayan yaralarından biri olan kan davasını anlatan bir
öykü.
“Aslan
Efendi sanki bir sır veriyor; fısıl fısıl:
– Aman Müdür Bey, fazla yüz verme. Siz yeni geldiniz, bu kadını
tanımazsınız diyor. Bu, ortaokula gelen bütün müdürlerin başının belasıdır.
‘Neden’ der gibi bakıyorum yüzüne, Aslan Efendi sürdürüyor konuşmasını:
– Bunun orta üçte okuyan bir torunu var. Bu büyüttü çocuğu. Kimselere
laf söylettirmez.”
Kitaptaki öyküler samimiyetiyle okuru hemen kavrıyor. Bu sayede
ufak tefek şeyleri göz ardı edebiliyorsunuz. Hemen her anlatıda toplumsal bir
soruna değinilmiş. Bu sorunlar tüm çıplaklığıyla aktarılırken okur için zaman
zaman fazla vurucu. Ancak hepsi yaşadığımız, duyduğumuz, gördüğümüz
şeyler. Hayatımızdan, toplumumuzdan kesitler. Hikâye okumaktan hoşlananlara...
▬ ▬ ▬
İlginizi
Çekebilir: