KİMYA HATUN (Saide KUDS)

“Saide Kuds, 1951 yılında Tahran’da edebi bir ailenin içerisine doğmuştur. 1973’te Tahran Üniversitesi Politik Coğrafya Bölümünden mezun olmuştur. Bir diplomatla evli olan yazar iki çocuk annesidir.

‘Mevlana Celaleddin – i Rumi’nin Hareminden… Kimya Hatun’ yazarın ilk romanıdır. Yazar, yayımlandığı tarihte İran’da büyük ilgi gören ve uzun süre en çok satanlar listesinde bulunan bu ilk romanıyla, İran’ın en prestijli ödüllerinden olan 2006 Parvin Etesami Edebiyat Ödülü’nü almıştır.”

“Gülabdere’nin o uzun kış gecelerinde bizlere ninni yerine Mesnevi okumayı tercih eden sevgili anneme… - Saide KUDS”

Düşünün ki bir anne çocuklarına “Mesnevi” okuyor. Çocukluğunda “Mesnevi” ile tanışan ve bu hamurla yoğrulduğunu düşündüğüm bir yazarın Kimya Hatun hakkındaki kitabı.
Büyük beklentilerle elime aldığım, bitirdiğimde hüsrana uğramadığım; ancak beklentilerime pek de karşılık bulamadığım bir kitap. Neden mi?




Tarihi romanlara temkinli yaklaştığımı daha önce de belirtmiştim. Bir başkasının hayatını aktarmak zor bir iş. Bilgi alınan kaynakların doğruluğu, neyin ne kadar yazılacağı, yazarın tarafsızlığı… Bir de bu kişi artık tarihin sayfalarında yerini almışsa o kişiyi tanımak ve bunu doğru bir şekilde aktarmak daha da güçleşiyor kanısındayım.

“Bu bir roman, yani kurgulanmış bir anlatı; tarih kitabı değil ki!” diyebilirsiniz. Belki öyle ama “yaşamış” kişiler üzerinden bir kitap yazıyorsanız anlatıların gerçeğe uygun olması gerektiği kanaatindeyim. Sonuçta kimse yaşamadığı şeylerin kendine atfedilmesini istemez. Dönemin özelliklerine ya da tanınmış kişilerin hayatlarına “gerçek” boyutuyla değinmek kaydıyla yazarın hayalinde canlandırdığı karakterlerden bir kurgu oluşturmasının daha uygun olduğunu düşünenlerdenim. Ya da “yaşamış”ları “yaşadıkları” ile vermek gerekir.

Bu konuda bir parantez açarak diyorum ki “Kaplumbağa Terbiyecisi”ni bu anlamda başarılı bulmuştum. “Kaplumbağa Terbiyecisi”nin kaynaklardan yola çıkarak, duygusallığa varmadan “Osman Hamdi ne düşünür, ne hissederdi?” ekseninde yazılan bir kitap olduğunu hatırlatıp parantezi kapatıyorum.

Bu kadar uzun bir girizgâhın sebebini satır aralarında bulacağınızı belirterek kitapta en beğendiğim detayın “tasvir”ler olduğuna değinmek istiyorum. Kitabın hemen tamamına hâkim olan özellikle mekân tasvirleri beni nedense çok etkiledi. Anlatılan yerler kuru sözcüklerle ifade edilmeyip ilginç benzetmelerle güçlü bir hale getirilmiş. Yine Kimya Hatun’un duygularını yansıttığı bazı bölümlerde kullanılan naif ifadeler de hoşuma giden detaylar arasında. Romanın orijinal dilinde muhtemelen bu tasvirler çok daha kuvvetlidir.

“Geminin idaresi kaptanın elinden alınmıştı ve artık dümen, sadece Tanrı’nın elleri arasındaydı.”

                                               * * * * *

“Yasemin güllerinin ağır hevengi, bahar esintisinin ahengi ile sevgililer gibi fısıldaşıyordu. Bahçenin büyük kapısını mermer köşke bağlayan taşlık yolun iki tarafında yer alan beyaz, eflatun ve erguvani yaseminler bir bahar havasında en güzel giysilerini giyinip yolun iki tarafına dizilmiş saray zenneleri gibiydiler. Gören yoldan haşmetli bir padişah geçecek sanırdı.”



                                               * * * * *

“Benim o küçücük yaşıma rağmen, erkek kardeşimin doğduğu gün annem ve babama gelen o sıcak tebriklerden, kendi varlığımın onun için ne kadar utanç verici olduğundan haberim olduğunu bilmiyordu. Fakat hiç üzülmüyorum. Anne ve babama karşı kadirşinas ve kibar olmam gerektiğini de iyi biliyorum. Hiç olmazsa bana yanlarında kalabilme fırsatını vermişlerdi. Zira buralarda zengin – fakir birçok aile, kızlarını büyütmeleri ve büyüttükten sonra da evlendirmeleri için para karşılığında bakıcıya veriyorlar.”

                                               * * * * *
kitabın ilk sayfalarında yer alan "teşekkür" yazısında kaynaklara yer verilmiş

Genç kızlığa adım atmak üzere olan Kimya Hatun’un gel-gitleri, hırçınlıkları, duygusallıkları romanda geniş oranda yer almış. Annesi, Mevlana ve Şems ile ilgili olarak anlatılanları başta bu çatışmaların ürünü olarak düşündüm; ama romanda bazı sayfalarda çok iyi, merhametli tanıtılan kişilerin diğer sayfalarda acımasız, düşüncesiz, kavgacı olarak aktarılması beni biraz rahatsız etti. Bir insan değişebilir ya da bir insana bakışınız değişebilir; ama kitaptaki bazı kişilerin bir olumlu bir olumsuz aktarılması kafamı karıştırdı açıkçası. Hatta o kadar ki yararlandığı kaynaklarla yazar arasında uyumsuzluk olduğunu düşündüğüm bile oldu. Yazarın “Mevlana”sıyla yararlandığı kaynakların “Mevlana”sı (ya da Kimya’sı, Şems’i…) aynı değilmiş gibi hissettim.

“Uzun yıllar bu köşkte, hiç kimseye muhtaç olmadan, halkın diline düşmeden iffet ve namusuyla genç kocasının ölümüne yas tutmuştu ve evlenmek için istemeye gelen sayısız adama ret cevabı vermişti. Öyle yabana atılacak ve zorla evlenmeye razı olacak bir kadın değildi. Nasıl oldu da bu adamın evlilik teklifini kabul etti, hayret doğrusu!”

                                               * * * * *

“Günler geçmek bilmiyordu, işte ilk kez o zaman anladım ki saat, zamanın ölçüsü değildir.”

                                               * * * * *

“Yüzükoyun yatağa attım kendimi. Nevresimi üzerime çektim ve yastığı başımın, ellerimi de yastığın iki kenarı üzerinde tuttum. Hiçbir şey görmek, duymak ve hissetmek istemiyordum. Bugünlerde düşünceler, dut bağını yiyen haşereler gibi dimağımı yiyip bitiriyorlardı zaten.”


görsel: alireza sadaqdar

                                               * * * * *

“Destanları okudukça kadın ve erkeklerin yaşam mücadelesinin göründüğü gibi kolay olmadığını kavrıyor ve her biri bir pehlivan, şah, melike veya şehzade olan bahadırların yerinde olmadığım için halime şükrediyordum. Artık bir şah karısı veya şehzade karısı olmanın ne kadar zor olduğunu anlamıştım. Bazı melikeler benden bile yalnızdılar.”

                                               * * * * *

Eğer kitabı sadece bir “roman” olarak ele alıp kişilerin hayat hikayelerini göz ardı edebilirseniz daha rahat okuyabilirsiniz. Konuyla ilgili birkaç bağlantı: 

Saide Kuds Hakkında 

Düşünceler Dünyası

Semazen - Akademik

                                               * * * * *


“O artık Kerra Hatun değildi, dolayısıyla bu haliyle Konya’nın en güzel kadını olamazdı. Gururlu bir şeyhin haremine tıkılmış, çabucak unutulmuş zayıf bir kadındı karşımda duran… Hüdavendigar’da da o eski heyecan ve aşkın kalmadığını herkes görebiliyordu. Zamanının büyük bir bölümünü evin dışında geçiriyordu. Harem entrikaları, çocukları arasındaki düşmanlık, annemin sürekli rahatsızlığı onu evden uzaklaştırmıştı. Zavallı Kerra Hatun!”

                                               * * * * *

“Acımasız, vahşi ve vahşi olduğu kadar da arsız bir millet olan Moğollardan herkes korkuyordu. İsimlerini duymak bile adamın bedenindeki kanın donmasına neden oluyordu. İşte böyle bir millet gün be gün İran üzerinden geçerek Anadolu kapılarına dayanıyordu.”

                                               * * * * *


“Takva ve züht iddiasında bulunanların neden herkesten daha acımasız, ne diye merhamet ve insaftan bihaber olduklarını bir türlü anlayabilmiş değilim doğrusu!”

                                               * * * * *

“Diğerlerinin giriftar olduğu belayı izlemek, onların yara bere içinde kalmış ruhları için bulunmaz bir devaydı…”
                                        ▬    ▬      ▬


Bu Haftaki Tercihleriniz

KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ (Emre CANER)

GÖR BENİ (Azra KOHEN)

BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ (Faruk Nafiz ÇAMLIBEL)

BANDO TAKIMI (Muzaffer İZGÜ)

ŞEMS-İ TEBRİZİ'NİN ÖĞRETİLERİ