HANGİ EDEBİYAT (Attila İLHAN)
Değişen çağ, hızlanan yaşam, gelişen teknoloji, farklılaşan
beğeniler, azalan zaman ve kısalan cümlelerle yaşamın ve edebiyatın
neresindeyiz bilmem ama bazı kitapları okuyunca kendi adıma edebiyatın
kıyısında olduğumu hissediyorum.
Peki
bundan mutsuzluk duyuyor muyum?... Bazen evet, çünkü edebiyat mutluluktur ve ben
bu mutluluğun sadece küçük bir parçasıyla tanışma fırsatını elde etmişim.
Genellikle de hayır; çünkü daha okunacak kitaplar, tanışacak yazarlar ve
paylaşılacak mutluluklar var. (Hayat, öğreneceğimiz yeni şeyler varsa
güzeldir.)
Bu
girizgâhı yapmama neden olan kitap ise başlıkta da gördüğünüz gibi Attila
İlhan’dan. Yazar, “Hangi Batı” adlı kitabında “Batı” klişelerini sorgulamamızı
sağlarken, “Hangi Edebiyat”ta da yazın alanıyla ilgili kendi fikirlerini ve
beğenilerini bizlerle paylaşıyor. Çeşitli başlıklar altındaki yazıların
derlemesi olan kitap bizi bilgilerimizi ve zevklerimizi sorgulamaya itiyor. Okuduklarımızı
ve okuyacaklarımızı kendi süzgecimizden geçirip tortuları bir kenara bırakarak
yeni ve faydalı bir bakış açısı geliştirebilmek adına okuma yolculuğumuza yeni
bir yol açıyor.
Roman da edebiyata dâhildir, şiir ve öykü de; “Batı”nın eserleri de
edebi olabilir, “Doğu” nun anlatıları da… Çünkü edebiyat bir bütündür ve
parçaları ancak bütüne bakarak anlayabilir, kavrayabiliriz.
“Bilim,
gelişmesinin doruğundadır, atom çekirdeğindeki enerjiyi evcilleştirdi; tüpte
canlı hücreyi oluşturmuş, ‘genleri’ denetim altına alarak, insan soyuna yeni
ufuklar açmıştır. Bunlara rağmen, insanlık mutlu değil: En büyük intihar
salgınları, en kalın mistisizmler, en gelişmiş ülkelerde kol geziyor, çünkü
neden, o büyük hayal, yani ölümsüzlüğe ulaşmak, Himalayalar gibi yaklaştıkça uzaklaşıyor da, ondan mı? (TARTIŞMA
KAPISI – 22 Kasım 1987)”
*
* * * *
“Reşat
Enis, 1984’te öldü, 10 Ocakta dört yıl olacak! Ölüm haberi, önemli bir romancı
olduğu için değil, yıllarca gazetecilik yaptığı için, gazetelerde ve
televizyonlarda haber olabildi. Eserlerinden söz bile etmediler. Zaten daha
sağlığında romanları bulunamaz olmuştu, öldükten sonra büsbütün unutuldu. Niye
böyle yapıyoruz? Niye ıkına sıkına iki uzun hikâye yazabilmiş bir züppeye,
büyük romancı diye sayfalar ayırıp, özel sayılar düzenliyoruz da, yaşadığı
dönemin toplumsal ve bireysel panoramasını bir düzine ‘baba’ romanla çizmiş bir
‘kalem erbabını’, böyle hiçe sayıyoruz. Cinayet bu be! (CİNAYET BU BE! – 24
Aralık 1987) ”
*
* * * *
“O Karanlıkta Biz’de, elli yıl sonra
benim bir romanımın kahramanı olacak Suat
Derviş, ortaokul çocukluğumun ‘kadın Romancıları’ tayfında, ne önemli bir
yer tutardı! Şimdi, ‘okumuş mudur?’ demiyorum, hangi genç edebiyatçı, ‘erken
cumhuriyet döneminin’ gözde kadın yazarlarını ardı ardına sayabilir? Nezihe Muhittin’i, Güzide Sabri’yi, Mebrure
Sami’yi, Mükerrem Kamil’i, Cahit Uçuk’u ve diğerlerini? Şimdi
bakın ne diyorum, eğer bugün Attila
İlhan bir halt olabilmişse, elbette, onları da okuduğu için olabilmiştir.
Bu sözüm, herkesin kulağına küpe! (KİM OKUR, KİM DİNLER? – 11 Mart 1990) ”
*
* * * *
“Öteki
toplumcu şairlerin aksine, Cahid Irgat,
üç beş satırlık kısa şiirler yazar, Garip
Üçlüsü’nün (Orhan Veli ve
takımı) alaycılık gibi, yaşama sevinci gibi, bazı özelliklerini taşısa da,
‘beşeriliğini’ kavgacı bir ‘toplumculuğa’ oturtmasıyla, onlardan ayrılırdı. (O
‘FEDAİLER’ Kİ… - 15 Haziran 1991)”
*
* * * *
“Hele
bugün bile, tüylerim ürpererek okuduğum, o yaman ‘Göç’ şiirini, unutmak mümkün
mü? ‘Arzusuyla göç etmedi / Kelepçeli
götürdüler / Gece yarısı / Ay vururdu odasına / Bir daha görünmedi.’ (O
‘FEDAİLER’ Kİ… - 15 Haziran 1991)”
*
* * * *
“Eğer
çok parası olsaydı, ne yapacağı sorulduğunda verdiği cevap, Orhan Kemal’in ne kadar halk olduğunun
adeta özetidir:
‘…ben mi? Bir köfteci dükkânı açardım!’ (ORHAN KEMAL DİYE BİR NEHİR – 17 Haziran 1995)”
‘…ben mi? Bir köfteci dükkânı açardım!’ (ORHAN KEMAL DİYE BİR NEHİR – 17 Haziran 1995)”
*
* * * *
“Peki,
benim Dostoyevski’nin üslubundan,
yıllar yılı yavan, tatsız, tuzsuz ve derinliği olmayan bir izlenim taşımış
olmam nereden geliyor? Bu sorunun karşılığını ellerimi ısırarak kendim veriyorum:
Muhakkak ki çevirinin kötülüğünden. (NEÇAYEVTSİ – 60’ların ikinci yarısı)”
*
* * * *
“Daha
Rusya der demez, Batı ve biz, iki
şeyi bilmiyoruz nedense: Bir kere Rusya’nın
doğu olduğunu; ikincisi, Hıristiyan olduğunu. Batı, Hıristiyan diye alıyor, doğulu özelliklerini unutuyor; biz,
eğer öfkelerimizden, saplantılarımızdan ve önyargılarımızdan kurtulup üzerine
eğilebilirsek, gâvur diye alıyoruz, doğulu olduğunu unutuyoruz. Oysa Berdiayef ısrarla üzerine basıyor: ‘Rusya demek doğu demek, Hıristiyan ama
doğu.’ (STAVROGİN – 60’ların ikinci yarısı)”
*
* * * *
“ ‘…Gerçeğe giden yolları hiç kimse kapatamaz
ve ben, gerçeğin anlaşılması için ölmeye de hazırım.’ A.İ. SOLJENİTSİN (AH
ALEKSANDR İSAYEVİÇ – 1 Ocak 1971)”
*
* * * *
“Artık
kitap okunmadığına, neredeyse oybirliğiyle karar verdiğimiz bu ülkede, TÜYAP’ın
Kitap Fuarı, şaşırtıcı bir canlılık,
ümit verici bir alaka yoğunluğu sergiliyor; yıldan yıla artan iştirakçi firma
ve ziyaretçi grafiklerine bakarsanız, fuar artık ‘tutmuş’ yerleşik bir kültür
kurumu sayılabilir. (OKUMA SAVAŞININ ‘SİPERLERİ’ – 18 Kasım 1993)”
*
* * * *
“Ben,
rafta gördüğüm yeni bir eseri kendisinden istediğim zaman, o kitabın henüz yayımlanmadığını
söyleyip, beni geri çeviren kitapçı gördüm; siz ne diyorsunuz, Allah aşkına! (OKUMA
SAVAŞININ ‘SİPERLERİ’ – 18 Kasım 1993)”
*
* * * *
“Balzac’da ya da Zola’da bir ev, bir bahçenin anlatılması on sahife rahatça
sürebilir, o zaman yadırganmazdı, siz de klasiktir diye düşünürsünüz; ama aynı
şeyi günümüzün romancıları yapmaya kalkışsa üç sahifesine bile dayanamaz, boş
verirsiniz. (ROMAN ROMAN DİYORUZ YA… - 1 Temmuz 1977)”
*
* * * *
“Balzac seksen beş roman yazmış; Zola ve Tolstoy otuzar, Dickens
yirmi beş, Dostoyevski yirmi, vs.!
Üstelik bu ‘baba’ romancılar, öyle pestil inceliğindeki kıytırık kitaplarını,
millete ‘anlatı’ diye yutturmuyorlardı; üst üste, tuğla gibi romanlar çıkarmış,
yaşadıkları dönemin ve toplumun ‘insan manzaralarını’, şaşılacak ustalıklarıyla
belleklerimize ‘nakşetmişlerdir.’ (ROMANSIZ ROMANCILAR – 1 Nisan 1990)”
*
* * * *
“Romancılık
bir meslektir, bir hobby değil!
O küçümseyici tebessümü, görüyor gibiyim: ‘Yani nedir, romancının, romancılığını’, kitaplarının sayısıyla mı ölçeceğiz? Ne münasebet efendim? Halit Ziya’dan Yaşar Kemal’e şu saydıklarım yok mu; hangisinin, hangi romanına el atsanız, geçmiş iki yüz yıllık yaşantımızdan ne ilginç tayflar, ne başdöndürücü kesitler, ne kadar ‘bizden’ tipler bulursunuz. (ROMANSIZ ROMANCILAR – 1 Nisan 1990)”
O küçümseyici tebessümü, görüyor gibiyim: ‘Yani nedir, romancının, romancılığını’, kitaplarının sayısıyla mı ölçeceğiz? Ne münasebet efendim? Halit Ziya’dan Yaşar Kemal’e şu saydıklarım yok mu; hangisinin, hangi romanına el atsanız, geçmiş iki yüz yıllık yaşantımızdan ne ilginç tayflar, ne başdöndürücü kesitler, ne kadar ‘bizden’ tipler bulursunuz. (ROMANSIZ ROMANCILAR – 1 Nisan 1990)”
*
* * * *
“Geçen
yıl mı ne, gençlerle tartışıyorduk, yeri düştü dedim ki ‘… sabırlı ve meraklı bir okur, sadece ‘baba’ romancılarımızı okuyarak
ülkemizin son yüzyıllık macerasını, soluk soluğa izleyebilir; ama çok merak
ediyorum, acaba ‘genç’ romancılarımızı okuyarak, 1960 sonrasını izleyebilir
mi?’ (ROMANSIZ ROMANCILAR – 1 Nisan 1990)”
*
* * * *
“Evet,
ister inanın ister inanmayın, ‘Gazi’
Mustafa Kemal Paşa ‘Sakarya Melhame-i Kübra’sının arifesinde odasına
kapanmış; Reşat Nuri Bey’in Çalıkuşu’nu okuyordu. Paşa’nın yeri ve
sırası geldikçe, Namık Kemal’den ya
da Fikret’ten, ezbere şiirler
okuduğunu, bütün eski Müdafaai-Hukuk’çular
bilir. (ROMAN OKUMAK – 13 Nisan 1991)”
*
* * * *
“Bırakın
dar görüşlü bazı anne babaları, nice öğretmenler, çocukları ikide bir
uyarırlardı: ‘Roman okuyacağına ders çalışsana!’ Bizim neslin çocukları –
özellikle kızlar – bu yarı azar yarı tehdit uyarı altında büyümüşlerdi; roman
okumanın, çocuğun ahlakını bozacağına mı inanılırdı ne? Oysa roman okumak,
dünyayı anlamanın önemli bir şeklidir; insanları, gerek toplumsal gerek
bireysel açıdan değerlendirmenin, hassas bir ölçütü! İddiaya var mısınız? Roman
okumayanlar, insanlar üzerinde, roman okuyanlardan daha fazla yanılırlar.
(‘ROMAN’SIZ ASLA OLMAZ – 4 Ağustos 1992)”
*
* * * *
“O
tespiti Andre Gide mi yapmıştı,
yoksa başka birisi mi, tam çıkaramıyorum; Fyodor Mihailoviç Dostoyevskiy’nin
edebiyattaki yerini tarif ederken demişti ki: ‘…ona gelinceye kadar, roman,
insanların birbirleriyle ilişkilerini yazardı; insanın, kendi kendisiyle
ilişkilerini araştırıp yazmak, onunla başlamıştır.’ (ROMAN VE HİKÂYE PARANTEZİ
– 24 Temmuz 1993)”
*
* * * *
“Fikrimce,
Çin, Hint, Rusya, Osmanlı vb. ‘eski’ ve ‘köklü’ kültür ve ‘yaşama biçimleri’ne
sahip toplumlar; 19. yüzyılda, cebren ve hile ile’ ‘liberal Batılı sistem’in faziletine ‘inandırılmış’ olsalar da, 21.
yüzyıla doğru, medeniyetlerin çatışması yeni sentezler getireceğe benziyor.
(SOLJENİTSİN: ‘RUSYA’YA BATI’YI ÖNERMEM!’ – 14 Haziran 1994)”
▬ ▬ ▬