DİNLE NEYDEN (Ömer Tuğrul İNANÇER)
Mevlana
Mesnevi
Ney
Tasavvuf
Edeb
Dinle Neyden
Ömer Tuğrul İnançer
“Dünyada
kendisi hakkında özel okul kurulmuş tek kitap da Mesnevi-i Şerif’tir. Dârü’l Mesnevi, yalnızca Mesnevi tahsilinin yapılması için oluşturulmuş bir okuldur.
Gerçi bütün Mevlevi dergâhlarında Mesnevi okunur ama Dârü’l Mesnevi özel Mesnevi
okuludur.”
*
* * * *
“Mesnevi-i
Şerif, okuyanların Hakk ve bâtıl farkını fark ederek, bâtıldan kaçıp Hakk’a
koşma yolunda da bir yol göstericidir. Ayrıca, zâhire (dış görüntüye)
aldanmayıp, zâhirle yetinmeyip, bâtını (iç yüzü) anlamaya da sebep olur.”
*
* * * *
“Bilindiği
gibi Mesnevi-i Şerif’in ilk on sekiz beyti bizzat Hz. Mevlana tarafından
söylenmiş ve yazılmış; daha sonraki binlerce beyit ise Çelebi Hüsameddin
tarafından Hz. Mevlana’nın söylediği beyitlerin yazılmasıyla ortaya çıkmıştır.”
*
* * * *
“Doyduktan
sonra yenilen yemek, tembellik uykusuyla geçirilen zaman, lüzumsuz ve boş
konuşma tarzında söylenen sözler ‘israf haramdır’ kaidesince yasaklanmıştır.
Dinlemeyenler öğrenemezler, öğrenmeyenler bilemezler, bilemeyenler ise
‘olamazlar’.”
*
* * * *
“Cân u
dil-râ tâkat-i ân cûş nist
Bâki güyem der cihân, yek gûş nist
‘Can ve gönülde, yani kalpte
hakikat coşkunluklarını kaldıracak takat ve kulakta da bunu işitecek istidat
yoksa ben kime, ne söyleyeyim?’”
*
* * * *
“Ney,
içi boş, ancak neyzenin sadâsı ile dolan bir kamış parçasıdır. Neyzen, ‘Hû’
sadâsı ile onu üflediğinde sesi çıkar. Ney; neyzenin bir aletidir ve neyzenin istediği
ses ve nağmelerin ortaya çıkmasına, zahir olmasına vasıtadır.”
*
* * * *
“Malumdur
ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) peygamberliğini ilan etmeden önce, zaman zaman
Cebel-i Nur’daki Hira Mağarası’na çekilerek kendi başına kalmak isterdi. Ayrıca
daha sonra, özellikle Ramazanın son on günü, dünyevi hadiselerden bir müddet
uzak kalarak itikâfa çekilmiş ve ümmetine de bunu tavsiye buyurmuşlardır. Bunun
haricinde cemiyetten uzaklaşmak, ayrı kalmak, günlük hayatın dışına çıkmak
tasavvuf yolunda yoktur. Ne yazık ki, tasavvuf hayatının iç yüzüne vakıf
olmayanlar, dışa bakıp, zahire aldanıp halvet ve çile kurumunu yanlış
anlıyorlar. Dervişlik, keşişlik değildir. Tekke-dergâh, manastır değildir.”
*
* * * *
“Gönül
öyle büyüktür ki; önüne ‘alçak’ kelimesi gelse bile küçülmez, alçalmaz; büyür
ve yükselir.”
*
* * * *
“Dünyaya
gelmedik, dünyaya gönderildik. Nasıl parmak izlerimizden, saç telimize ve
DNAmıza kadar maddeten birbirimizden farklıysak, yaratılış tabiatımız ve
meşreplerimiz bakımından da farklıyız.”
*
* * * *
“Mesnevi-i
Şerif’in lisanı, Horasan’da bundan yedi asır önce konuşulan Horasan
Farsçası’dır. Bugünün anlayışıyla, ‘Hz. Mevlana mademki Türk’tü, Anadolu’da
yaşıyordu, lakabı dahi Anadolulu manasına gelen Rumi’ydi; niye yabancı dilde
yazdı?’ deniliyor. Hâlbuki Hz. Mevlana, Mesnevi-i Şerif’i anadili olan Horasan
Farsçasıyla yazmıştı, Belhli Farsçasıyla… Çünkü Horasan’da o zamanlarda, yani
bundan yedi asır önce de; bugün de oralı Türkler, Türkçe değil Horasan’a mahsus
Farsça konuşurlar.”
*
* * * *
“Tasavvufun
felsefesi, felsefenin tasavvufu yoktur. Böyle bir şey olamaz. Çünkü felsefenin
menşei, doğuşu akıldır. Tasavvufun menşei, doğuşu ise vahiydir. Yani,
Resulullah Efendimiz’den intikalen bize gelen sözler, emirler, nasihatler ve
özellikle hallerdir.”
*
* * * *
“Kâinatın
yaratılış sebebi olan yüce peygamberimizin anılması, övülmesi ile başlayan
Mevlevi ayini; sanki İsrafil’in sûru gibi üflenip de, ölüleri dirilten bir sadâ
olan ney sadâsı ile devam eder.”
*
* * * *
“Aşk,
kelime olarak; Hindistan’da yetişen ve adına ‘aşaka’ denen bir sarmaşık
cinsinden türemiştir. Aslı ‘ışk’tır, Türkçe söyleyişte aşk olarak telaffuz
edilir. Her sarmaşık cinsinde sarıldığı ağaç gövdesinden istifade etme ve ondan
gıdalanma tabiatı vardır. Fakat aşaka sarmaşığı, sarıldığı ağacı beş-altı sene
içinde emerek tamamen yok eder ve onun yerine kendi kaim olur. Aşk, âşıkı
sarar, yok eder âşıkın yerine, aşk kaimdir. Artık âşıktan söz edilmez,
konuşulan sadece aşktır.”
*
* * * *
“İtikat
ve inanış bakımından hiçbir ayrılık olmamasına rağmen bazılarına ‘nebi’
bazılarına ‘resul’ denir. ‘Resul’, itikatta değil ama amelde ve hükümler
bakımından yeni bir tebliğ sunan peygambere; ‘nebi’ ise daha önceki bir
peygamberin tebliğini aynen yineleyen peygambere denir. Ancak Resul-i Ekrem
Efendimiz, hem Hazret-i İbrahim’in dininin hükümlerini tekrarladığı hem de yeni
hükümler tebliğ ettiği için ancak zat-ı seniyeleri hem nebi hem resul’dür.”
*
* * * *
“Sarı
Abdullah Efendi bir küçücük parantez açıp şerhinde şöyle buyuruyor: ‘İyi ki
Mesnevi-i Şerif Çelebi Hüsameddin’e söylendi. Hz. Şems’e söylenseydi bir kendi
anlardı bir de Hz. Şems…’”
*
* * * *
“Rüyalar
mutlaka ehline anlatılmalıdır. Rüya fal gibi kullanılmamalıdır. Ayrıca, Yusuf
Suresi’nde de bildirildiği gibi kıskançlık, çekememezlik gibi kötü huylu
kimselere – kardeş bile olsa – değil; hakkımızda iyi düşünen, iyi dilekleri
olan, bize sevgi besleyen insanlara anlatılmalıdır.”
*
* * * *
“Her
dü bahri aşina amuhte
Her dü
can bi duhten ber duhte
Gerek padişah gelen misafiri,
gerek gelen misafir padişahı hemen tanıdı. Çünkü onlar ruhlar aleminden beri
birbirlerine iki denizin birbirine bağlı olduğu gibi bağlı bulunuyorlardı.”
*
* * * *
“Tasavvufun
tabanı, tavanı ve her ikisi arasındakiler edebden ibarettir. Eski dergahlarda
mutlaka asılı bulunması gereken bir levha olurdu: ‘Edeb Yâ Hû!”