YÜZYILLIK YALNIZLIK (Gabriel Garcia MARQUEZ)
Masal mı gerçek mi, masalsı bir anlatımla aktarılmış gerçekler mi?
Kalabalık bir aile, ilginç yaşamlar, olağanüstü olaylar... Sıcak, hareketli bir yaşam; samimi, farklı bir hikaye... Gabriel Garcia Marquez “Yüzyıllık Yalnızlık”
“Albay
Aureliano Buendia, yıllar sonra idam mangasının karşısına dikildiğinde, babasının
onu buzu keşfetmeye götürdüğü o çok uzaklarda kalmış ikindi vaktini
anımsayacaktı.”
Hiç düşündünüz mü? Ummadığımız bir anda, ummadığımız bir durum
bizi alıp yıllar öncesine götürüveriyor. Yıllardır aklımıza gelmeyen, varlığını
bile unuttuğumuz olaylar, zihnimizin
karanlık dehlizlerinden birdenbire gün ışığına çıkıveriyor.
*
* * * *
“Çingene, kaba şivesiyle, ‘Eşyanın da canı var,’
diye ilan etti; ‘Bütün iş, ruhlarını uyandırabilmekte.’”
Peki, biz insanlar ne yapıyoruz? Eşyanın ruhunu uyandırabiliyor
muyuz yoksa bırakın eşyanın ruhunu uyandırmayı, insanların ruhunu uyutup onları
yok mu ediyoruz?
*
* * * *
“Ama
sınırsız bilgeliğine, gizemli enginliğine rağmen, onu günlük yaşantının ıvır
zıvırıyla uğraştıran insancıl sıkıntıları, dünya gailesi vardı.”
Dünya meşgalesi, asıl
yapmamız gerekenlere engel mi teşkil ediyor çoğu zaman?
*
* * * *
“Jose
Arcadio'nun o eski içtenliği gitmiş, sırlarını paylaşan, konuşkan biri olmaktan
çıkmış, içine kapanık, kaba bir insan olmuştu. Bütün dünyaya karşı acı bir hınç
besliyor, herkesten kaçıyordu.”
Yaşadığımız olaylar mı bizi değiştiriyor yoksa o olaylara karşı
takındığımız tavır mı davranış olarak bizde yer ediyor?
*
* * * *
“Peder
Nicanor onunla anlaşabilen tek insan oluşundan yararlanarak, Tanrı inancını
onun sapıtmış beynine şırınga etmeye çalıştı: Artık her gün kestane ağacının
dibine gidiyor, Latince vaaz edip duruyordu. Ne var ki Jose Arcadio Buendia,
laf kalabalığına kulak asmıyor, kakao mucizesine aldırmıyor, tek kanıt olarak
Tanrının fotoğrafını isterim diye tutturuyordu.
Bunun
üzerine Peder Nicanor madalyonlar, tasvirler, bir de Veronica el basması bile
getirdi. Ama Jose Arcadio Buendia, bunların bilimsel temeli olmayan sanat işi
şeyler olduğunu söyleyerek kabul etmedi. Öylesine Nuh deyip peygamber demiyordu
ki; sonunda Peder Nicanor onu hak yoluna çağırmaktan vazgeçti, salt insancıl
duygularla yanına gitmeye devam etti. Ama o zaman da Jose Arcadio Buendia,
kolları sıvadı ve onu mantık açmazlarına düşürerek, papazın inancını çökertme
çabasına girişti.”
*
* * * *
“Arcadio,
Pietro Crespi için resmi yas ilan ederek kendisinden umulmadık bir insanlık gösterdi.
Ursula, onun bu davranışını, sürüden ayrılan kuzunun geri dönüşü olarak
yorumladı. Oysa yanılmıştı. O, Arcadio'yu, sırtına üniforma geçirdiği gün
değil, ta başlangıçta yitirmişti. Arcadio'yu da Rebeca'yı büyüttüğü gibi eksiksiz
fazlasız, kendi çocuklarından ayırt etmeksizin yetiştirdiğini sanıyordu. Oysa
Arcadio, uykusuzluk hastalığı salgınında, Ursula'nın evi onarma çabaları
arasında, Jose Arcadio Buendia aklını oynattığında, Aureliano'nun içine
kapandığı günlerde ve Amaranta ile Rebeca arasındaki ölümcül sürtüşme süresince
hep yalnız ve ürkek bir çocukluk yaşamıştı. Aureliano gerçi ona okuyup
yazmasını öğretmişti öğretmesine. Ama bir yabancıya öğretircesine, içten
ilgilenmeden, aklı hep başka yerde olarak.”
Bazen insanlara sevgi gösterdiğimizi düşünsek bile sevgimizde
samimi olmadıkça bu sadece bir “gösteri”den mi ibaret kalıyor acaba?
Seviyor-muş gibi, dinliyor-muş gibi, ilgileniyor-muş gibi… yapmak. Karşımızdaki
bunu anlamıyor mu ya da hissetmiyor mu sanki? Belki de en acısı –muş gibi’lerle
geçen bir hayat içerisinde bize verilen gerçek sevgiyi, gösterilen gerçek
ilgiyi fark etmemek. Olabilir mi?
*
* * * *
“Arcadio
onu, babasının ufak aşçı dükkânında çalışırken çok görmüştü, ama hiç alıcı gözle
bakmamıştı; çünkü kız gerekli olduğu anın dışında varlığını çevresindekilere duyurmamak
gibi az görülür bir erdeme sahipti.”
*
* * * *
“Ölümü
umursadığı yoktu, ama yaşam çok şey demekti. O yüzden de idam hükmü verildiği
andaki duygusu korku değil, özlem oldu.”
*
* * * *
“Her
ikisinin de sorular sormaya, yanıtlarını almaya hazırlandıkları nicedir
beklenilen görüşme, böylelikle her zamanki günlük konuşmalarına dönüşüverdi.”
Öyle değil midir? Bazen söylemeyi düşündüğümüz pek çok şey
aklımıza gelir de cevapları duymak istemediğimizden midir yoksa sözler önemini
yitirdiğinden midir günlük konuşmalarla vakit geçirmez miyiz?
*
* * * *
“Aureliano'nun
önsezileri yoluna yordamına sokma çabaları boşunaydı. Önsezileri, birden
doğaüstü bir açık seçiklikle duyuluyor, bir an için mutlak ve inandırıcı görünüyorlar,
ama kavranamıyorlardı. Kimi zaman öyle doğal geliyorlardı ki, Aureliano
bunların önsezi olduğunu ancak iş işten geçtikten sonra anlayabiliyordu.”
*
* * * *
“Babasının
onu buz göstermeye götürdüğü o uzaklarda kalmış günden sonra, tek mutlu anları
ufacık balıklar yaptığı gümüş işliğinde geçen zamanlardı.
Sadeliğin
üstünlüğünü, ayrıcalığını anlayabilmesi için otuz iki savaş çıkarması, ölümle
bütün anlaşmalarını bozması, ün denilen pisliğe bir domuz gibi bulanması ve tam
kırk yıl yitirmesi gerekmişti.”
Bir şeyi anladığımızda gerçekten de pek çok şeyi kaybetmiş mi
saymalıyız kendimizi; yoksa kayıplarımızı,
kazanca giden yoldaki köprüler olarak mı görmeliyiz?
*
* * * *
“Aureliano
Buendia tehlikeyi atlatmıştı. Kurşun öylesine düzgün bir yol izlemişti ki,
doktor, tentürdiyoda batırdığı bezi, Aureliano'nun göğsünden soktu, sırtından
kolayca çekti çıkardı. Sonra da kendinden hoşnut bir tavırla:
-Bu,
benim şaheserimdi, dedi. Kurşunun hayati organlardan hiçbirine zarar vermeden geçebileceği
tek yer orasıydı.”
*
* * * *
“Vaftiz
edildikleri gün, Amaranta, çocukların kollarına birer künye taktı ve onlara hep
birbirinden değişik renkte, üzerine baş harfleri işli giysiler giydirdi. Ne var
ki, çocuklar okula başladıktan sonra giysilerini ve künyelerini değiştirip
birbirlerini ters adlarla çağırmaya başladı. Jose Arcadio Segundo'yu yeşil gömleğinden
ayırt eden öğretmenleri Melchor Escalona, Jose Arcadio Segundo'nun künyesini taktığını
ve ötekinin de beyaz gömlek giyip Jose Arcadio Segundo yazılı künyeyi taktığı
halde Aureliano Segundo olduğunu öğrenince aklı başından gitti. Ondan sonra da
bir daha hiçbir zaman, hangisinin hangisi olduğunu kesinlikle bilemedi.”
*
* * * *
“Aureliano
Segundo dalmış, kitap okuyordu. Kitabın kapağı olmadığı, adı da hiçbir yerinde
yazmadığı halde, çocuk yine de okuduklarından hoşlanıyordu.”
Kitabın adı, kapağı mı etkilemelidir bizi daha çok; yoksa
içeriği, anlatımı mı?
*
* * * *
“Aureliano
Segundo, onu ilk bakışta tanıdı. Çünkü anılar kuşaktan kuşağa geçmiş ve kalıtım
yoluyla büyükbabasının anıları ona aktarılmıştı.”
*
* * * *
“Delikanlıların
ikisi de ailenin nice kötü yanı varsa, tümünü almışlar, ailenin erdemlerinden
bir teki bile onlara geçmemişti sanki. O zaman Ursula, bir daha hiç kimseye
Aureliano ya da Jose Arcadio adlarının verilmemesini kararlaştırdı.”
*
* * * *
“Aslında
Albay Aureliano Buendia'yı ilgilendiren, işin ticareti değil, çalışmaktı.
Pulları birbirine bağlamak, gözlere minicik yakutlar oturtmak, solungaçları
yassıltmak, yüzgeçler takmak öyle yoğun bir dikkat gerektiriyordu ki, savaşın
getirdiği düş kırıklıklarını düşünmeye zaman kalmıyordu.”
“Çalışmaktan düşünmeye fırsat bulamıyorum” dedikleri bu olsa
gerek. Yaptığın işe odaklanmak.
*
* * * *
“Köhne
evin önünden her geçişlerinde, Amaranta tatsız bir olay, nefretle yoğrulmuş bir
hikâye anlatır, böylelikle kendi yüreğinde süren kini, yeğenine de aşılayıp
kendi ölümünden sonra da sürdürmeye çalışırdı. Ne var ki bu plan yürümedi, çünkü
Remedios her türlü tutkudan uzaktı, hele başkalarının saplantılarını paylaşması
düşünülemezdi bile.”
Siz hangi gruptasınız? Yıllar önce yaşadığı olumsuzlukları
durmadan tekrarlayıp elindeki kartopunu kocaman bir çığa dönüştürerek içinde
kaybolanlardan ve yanındakileri de sürükleyenlerden mi; yoksa kocaman bir kar kütlesini güneşin
sıcaklığıyla eritip etrafına huzur verenlerden mi?
*
* * * *
“Bruna
Crespi'nin zorlaması üzerine, belediye başkanı bir bildiri yayınlayarak,
sinemanın seyircilerin duygusal patlamalarını gerektirmeyen bir görüntü
makinesi olduğunu açıkladı. Bu cesaret kırıcı açıklamadan sonra, çoğu kişi
kendilerini yeni ve gösterişli bir Çingene numarasının kurbanı saydılar ve
kendi dertlerinin kendilerine yettiğine, bir de hayali kişilerin düzmece felaketlerine
gözyaşı dökmenin gereksiz olduğuna karar verip sinemayı boykot ettiler.”
*
* * * *
“Ursula
bundan hiç kimseye söz açmadı, çünkü gözlerinin görmediğini anlayınca herkes
onun artık işe yaramaz hale geldiğine kalıbını basacaktı. Ursula gözlerine inen
perdenin örttüğü şeyleri belleğinin yardımıyla görebilmek için, eşyaların nerede
durduğunu, aralarında ne kadar uzaklık olduğunu, insanların seslerini kafasına
iyice yerleştirdi. Daha sonra beklenmedik bir yardımcı buldu kendine. Kokular,
karanlık dünyada eşyanın renk ve kitlesinden daha belirleyici oluyordu. Ursula,
kokuları ayırt etmek yoluyla, doğaya yenik düştüğünü itiraf etmenin utancından kurtuldu.”
*
* * * *
“Bir
keresinde Fernanda, nişan yüzüğünü yitirdi, evi ayağa kaldırdı, altını üstüne
getirdi, bulamadı da, Ursula çocukların yatak odasındaki bir rafın üzerinde yüzüğü
buldu. Bunun nedeni de basitti. Ötekiler ne yaptıklarına dikkat etmeksizin evin
içinde gezinirken, Ursula boş bulunmamak için dört duyusunu da olanca gücüyle
seferber ediyordu. Çok geçmeden, ailede herkesin bilinçsiz olarak her gün aynı
hareketleri yaptığını, aynı yolu izlediğini ve hemen hemen aynı saatlerde aynı sözleri
yinelediğini fark etti. Ancak günlük çizgilerinden saptıkları zaman, bir şey
yitirme tehlikesiyle karşılaşıyorlardı.”
Bizler duyularımızı gerektiği gibi kullanabiliyor muyuz? Ya
yaşadıklarımız… Etrafımızda olup bitenler… Bütün olanların farkında mıyız
acaba?
*
* * * *
“Ursula
söylediğinin doğruluğuna güveniyordu. O gün, ötekilerin farkına varmadıkları
bir şeyi sezinledi. Mevsime göre güneş yer değiştiriyor ve verandada oturanlar
da bilmeden güneşe göre kendi yerlerini ayarlıyorlardı. Ondan sonra Ursula,
Amaranta'nın nerede oturduğunu kestirebilmek için hangi ayın, hangi gününde
olduklarını düşünerek doğruyu bulmaya başladı.”
*
* * * *
“Ursula,
yaşlılığın aşılmaz yalnızlığında, aile içindeki olayları bütün ayrıntılarıyla inceleyebiliyor,
eski günlerde bin bir uğraş arasında fırsat bulup da göremediği gerçekleri şimdi
değerlendiriyordu.”
*
* * * *
“Sezgisiyle
daha iyi ayırt edebildiği şeyleri gözleriyle görmeye çalışarak yanlışlara düşmeye
başladı.”
*
* * * *
“Ursula,
Santa Sofia de la Piedad'a kendini taşıtarak kapıya çıktı. Cenaze alayının çektiği
zahmeti öylesine dikkatle inceledi ki, gözlerinin gördüğünden hiç kimsenin kuşkusu
olmadı. Hele haberci melekler gibi kaldırdığı elini, arabanın sallantısına
uydurarak salladığını görenler, onun kör olduğunu bilseler bile inanmazlardı.”
*
* * * *
“Yağmurun
üçüncü yılında, Ursula'nın beyni gerçekten sulanmaya başlamıştı. Yavaş yavaş gerçeklik
kavramını yitiriyor, bugünle dünü karıştırıyordu. Yaşamının çok eskilerde kalmış
olaylarını yeni olmuş gibi görüyordu. Bir seferinde, öleli yüzyıldan çok olan büyük
ninesi Petronila Iguaran öldü diye üç gün durmamacasına ağladı bile.”
* * * * *
“Hiç
şaşmaz yüreği, ona karanlıkta yol gösteriyordu.”
*
* * * *
“Belki
kadında uyandırdığı acıma duygusuna aşk katışıktı, belki de yoksulluğun ikisine
de tattırdığı yalnızlık, kimsesizlik duygusu bu yakınlaşmayı sağlıyordu.”
Kimlerle hangi noktada yakınlaşıyoruz? Aşk, sevgi,
merhamet mi bizi buluşturan ya da yaşanmışlıkların ortak
paydası mı acaba bizi birbirimize yaklaştıran?
*
* * * *
“Bu
yoksul hesaplar öylesine art niyetlerden arınmıştı ki, hemen her zaman en büyük
payı Fernanda'ya ayırıyorlar, bunu vicdanlarını susturmak istedikleri ya da
acıdıkları için değil, onun rahat etmesi kendi rahatlarından önemli geldiği için
böyle yapıyorlardı.”
*
* * * *
“Aklını
bu kuşkuya kaptıran Aureliano Segundo, kadının duygularını irdelemeye başladı; öylesine
derine indi ki, ilgi ararken aşkı buldu. Çünkü kendini kadına sevdirmeye çalışırken
sonunda kendisi ona âşık oldu.”
*
* * * *
“Yıllar
yılı kısır bir karmaşa içinde yaşadıktan sonra çılgınca âşık olarak
birbirlerini yatakta olduğu kadar masa başında da sevebilmek mucizesinin tadını
çıkarmaya koyuldular. Giderek öylesine mutlu oldular ki, işi bitmiş iki pinpon
oldukları zaman bile çocuklar gibi coşmaktan, köpek yavruları gibi oynaşmaktan
geri kalmadılar.”
*
* * * *
“Birbirine
yakın ve cıvıl cıvıl gözlerinde, bütün kitapları okumuş gibi bir anlatım vardı.”
▬ ▬ ▬