Kütüphaneler
Merhaba kitap dostları,
Bugün salı. Uzun zamandan beri alıştığınız pazar gününün dışında yayımlıyorum yazımı. Ve başlıktan dikkatinizi çekmiştir bugün bir kitabımız yok. Nedir bu değişiklik derseniz...
Bundan böyle kısmetse salı akşamları buluşacağız. Ancak temmuza kadar pazar ve salı günleri için birer yazı hazırlamayı düşünüyorum, temmuzdan itibarense yalnızca "SALI".
Kitap tanıtımlarına gelince...
Bazılarınızın hatırlayacağı gibi yazları kitap tanıtımı yapmıyorum, kitaplar hakkında yazılara yer veriyorum genellikle. Yaz rehavetinde blog da biraz ferahlasın istiyorum galiba. Dolayısıyla bu yıl da pek farklı olmayacak. Tanıtım için sırada iki kitabım var. Onları da ramazandan önce okumuştum; ancak haziran ayına kısmetmiş. İki kitapla birlikte "sezon finali".
Bugün için seçtiğim yazı Mehmet Kaplan'a ait "Kütüphaneler".
Kütüphanelerle ilgili olarak daha önce de yazı hazırlamıştım bol görseli olan. Bakmak isterseniz: "çocuk kütüphaneleri"
Bir diğeri ise keyifle okuduğum bir kitap: "Başka Zaman Kütüphaneleri". Kitap okumaktan hoşlananlara özellikle tavsiye ederim, güzel hikâyeler var.
Kütüphanelerle ilgili olarak daha önce de yazı hazırlamıştım bol görseli olan. Bakmak isterseniz: "çocuk kütüphaneleri"
Bir diğeri ise keyifle okuduğum bir kitap: "Başka Zaman Kütüphaneleri". Kitap okumaktan hoşlananlara özellikle tavsiye ederim, güzel hikâyeler var.
KÜTÜPHANELER
Eskişehir'de,
şimdi yerine büyük bir okul dikilmiş bahçe içindeki tek katlı beyaz kütüphane,
lise sıralarında benim saadeti duyduğum en güzel yerlerden biriydi. Uzak,
hayalî seyahatlerin, içlerinde Goethe (Göte) ve Nietzsche (Niçe) de bulunan
büyük adamların, gazete ve dergilerde sayısız bilgi ve haberlerin, kafamı
Nuh’un gemisi gibi doldurduğu ve benim her akşam yeni bir ruhla yüklü, parkta
dolaştığım saatleri hiç unutmam.
İş hayatında başarı kazanamamış olan babam, bir daha geri dönmemek üzere, bütün evi Sivrihisar’dan Eskişehir’e taşımıştı. Porsuk nehrinin ötesinde, demir yolu istasyonuna yakın, tek katlı kerpiç bir evde oturuyorduk. Evin kerpicini bütün aile biz kırmış, kesmiş ve kurutmuştuk. Gece yarıları istasyona gider, süt, simit, ekmek veya köpük taşı satardım.
Evde okul kitabı, Kur'an ve bir rüya tabirnamesinden başka kitap yoktu. Kışın mangal kömürü ile ısınırdık. Bilmiyorum, hangi arkadaş, bir gün beni şehir kütüphanesine götürmüştü. Soba gürül gürül yanıyordu. Masalarda düğmesine basınca yanan ampuller... ve istediğim her kitabı saygı ile getiren ciddî çehreli memurlar... Yaşadığım hayat ne kadar fakir ve ıstırap verici ise bu güzel kütüphanede geçirdiğim saatler o kadar geniş, zengin ve mesut edici idi. Ben hayal kurmasını, düşünmesini, sevmesini orada öğrendim, diyebilirim.
O zamanlar caddeler böyle gürültülü vasıtalarla dolu değildi. Kütüphane, çarşı ve pazardan uzak bir yerde, büyük bir bahçe içindeydi. Biraz ötesinde Temyiz Mahkemesi vardı. Saat beşte bu ciddî binadan yaşlı, hürmet telkin eden adamlar çıkar, yolda bastonlarına dayanarak uzun uzun konuşurlardı. Onların bende uzak bir memleket intibaı uyandıran bu hâllerini severdim.
Sonradan içime, kitaplardan geldiğini fark ettiğim bir uzak memleket hayali, bana yıllarca arkadaşlık etti. Kendimi uzak bir diyarda hissediyordum. Bir gün asıl vatanıma dönecektim. O asıl vatanın neresi olduğunu bilmiyordum. Bazı kitaplarda ben oranın tatlı havasını hissediyordum. O ıstıraplı yıllarda benim için asıl hayat, dışarda değil, kitaplarda idi.
Allah’ım, orada neler okumadım! Bütün romanları, felsefe ve psikoloji kitaplarını, dergileri elden geçirdim. Bu bende bitmez tükenmez bir keyif intibaını uyandırıyordu. Kitapların içinde neler vardı, uzak, gidilmedik diyarlar, acaip insanlar, yabancı dinler, örf ve âdetler, çok eski çağlar, ruh ve kâinatın sırları...
Lisede okuduğumun bin mislini bu kütüphanede okudum. Hür ve mesut olarak. İyi, hayat boyunca kendilerine saygı duyduğum hocalarım vardı. Fakat ben en büyük hocaları, Goethe’leri, Nietzsche’leri, Tolstoy’ları, Hugo’ları, Gorki’leri kitaplarda tanıdım. Tabiî tercümelerinden. Çünkü bize okulda yabancı dil okuttular ama maalesef öğretemediler.
Hayalimde uzun yıllar bir beyaz düşünce mabedi gibi hatırası devam eden bu kütüphaneyi, Eskişehir’e her gidişimde ziyaret ederdim. Onu yıktıklarını duyunca, saadet ülkem tecavüze uğramış gibi üzüldüm. Ne olur kütüphaneleri de böyle mabetler gibi güzel inşa etseler ve onlara hiç dokunmasalar…
Benim gibi fakir, evlerinde kitap, masa, soba olmayan Anadolu çocukları için kütüphane, okul kadar, hattâ okuldan da mühim bir saadet ülkesidir. Günlük hayatları dar olanlar, orada genişliği hissederler. Tarihe, dünyaya, kâinata, varlık ötesine açılırlar. Kütüphaneler, ruhların kendilerini en hür hissettikleri yerlerdir. Bundan dolayı onlara okullar ve mabetler kadar önem vermek lazımdır..
İş hayatında başarı kazanamamış olan babam, bir daha geri dönmemek üzere, bütün evi Sivrihisar’dan Eskişehir’e taşımıştı. Porsuk nehrinin ötesinde, demir yolu istasyonuna yakın, tek katlı kerpiç bir evde oturuyorduk. Evin kerpicini bütün aile biz kırmış, kesmiş ve kurutmuştuk. Gece yarıları istasyona gider, süt, simit, ekmek veya köpük taşı satardım.
Evde okul kitabı, Kur'an ve bir rüya tabirnamesinden başka kitap yoktu. Kışın mangal kömürü ile ısınırdık. Bilmiyorum, hangi arkadaş, bir gün beni şehir kütüphanesine götürmüştü. Soba gürül gürül yanıyordu. Masalarda düğmesine basınca yanan ampuller... ve istediğim her kitabı saygı ile getiren ciddî çehreli memurlar... Yaşadığım hayat ne kadar fakir ve ıstırap verici ise bu güzel kütüphanede geçirdiğim saatler o kadar geniş, zengin ve mesut edici idi. Ben hayal kurmasını, düşünmesini, sevmesini orada öğrendim, diyebilirim.
O zamanlar caddeler böyle gürültülü vasıtalarla dolu değildi. Kütüphane, çarşı ve pazardan uzak bir yerde, büyük bir bahçe içindeydi. Biraz ötesinde Temyiz Mahkemesi vardı. Saat beşte bu ciddî binadan yaşlı, hürmet telkin eden adamlar çıkar, yolda bastonlarına dayanarak uzun uzun konuşurlardı. Onların bende uzak bir memleket intibaı uyandıran bu hâllerini severdim.
Sonradan içime, kitaplardan geldiğini fark ettiğim bir uzak memleket hayali, bana yıllarca arkadaşlık etti. Kendimi uzak bir diyarda hissediyordum. Bir gün asıl vatanıma dönecektim. O asıl vatanın neresi olduğunu bilmiyordum. Bazı kitaplarda ben oranın tatlı havasını hissediyordum. O ıstıraplı yıllarda benim için asıl hayat, dışarda değil, kitaplarda idi.
Allah’ım, orada neler okumadım! Bütün romanları, felsefe ve psikoloji kitaplarını, dergileri elden geçirdim. Bu bende bitmez tükenmez bir keyif intibaını uyandırıyordu. Kitapların içinde neler vardı, uzak, gidilmedik diyarlar, acaip insanlar, yabancı dinler, örf ve âdetler, çok eski çağlar, ruh ve kâinatın sırları...
Lisede okuduğumun bin mislini bu kütüphanede okudum. Hür ve mesut olarak. İyi, hayat boyunca kendilerine saygı duyduğum hocalarım vardı. Fakat ben en büyük hocaları, Goethe’leri, Nietzsche’leri, Tolstoy’ları, Hugo’ları, Gorki’leri kitaplarda tanıdım. Tabiî tercümelerinden. Çünkü bize okulda yabancı dil okuttular ama maalesef öğretemediler.
Hayalimde uzun yıllar bir beyaz düşünce mabedi gibi hatırası devam eden bu kütüphaneyi, Eskişehir’e her gidişimde ziyaret ederdim. Onu yıktıklarını duyunca, saadet ülkem tecavüze uğramış gibi üzüldüm. Ne olur kütüphaneleri de böyle mabetler gibi güzel inşa etseler ve onlara hiç dokunmasalar…
Benim gibi fakir, evlerinde kitap, masa, soba olmayan Anadolu çocukları için kütüphane, okul kadar, hattâ okuldan da mühim bir saadet ülkesidir. Günlük hayatları dar olanlar, orada genişliği hissederler. Tarihe, dünyaya, kâinata, varlık ötesine açılırlar. Kütüphaneler, ruhların kendilerini en hür hissettikleri yerlerdir. Bundan dolayı onlara okullar ve mabetler kadar önem vermek lazımdır..
Mehmet
KAPLAN, Sevgi ve İlim haz.: Ezel Erverdi