Canım Kitaplığım
Merhaba,
Bir salı gününden daha merhaba. Daha önce de belirttiğim gibi temmuz ayından itibaren sadece salı günleri buluşacağız kısmetse. Pazarın yıllardır süren hükümranlığı ufak bir değişikliğe uğradı. Umarım yeni gününde yine ilgiyle takip ettiğiniz bir blog olur "kitap pınarım".
Bir salı gününden daha merhaba. Daha önce de belirttiğim gibi temmuz ayından itibaren sadece salı günleri buluşacağız kısmetse. Pazarın yıllardır süren hükümranlığı ufak bir değişikliğe uğradı. Umarım yeni gününde yine ilgiyle takip ettiğiniz bir blog olur "kitap pınarım".
Bugün sizler için seçtiğim yazı Celal Özcan'dan: "Canım Kitaplığım".
CANIM KİTAPLIĞIM
Bir sürü kitabım oldu. Küçük kitaplığımın raflarını
doldurdular. Hepsini seviyorum. Sevilmez mi? Kitap bu! Hele en güzeliyse…
Önce öğretmenimin önerdiklerini aldım. Okudum da. Bende okuma merakı geliştiğini gören annem, babam, ağabeyim ve akrabalardan kimileri fırsat buldukça bana kitap armağan ettiler. Bunlara, birkaç yaş günümde arkadaşlarımın verdiklerini de eklersek varın siz hesap edin ne kadar çoğalmış.
Hepsini okuyamadım. Birden yığıldılar. Ama büyük bir hızla okumayı sürdürüyorum. Yakında bitireceğim. (...)
Benim kitaplarım hep çiçek kokar. Renk renk güzellik kokar. Barış ve sevgi yayılır onların ortamından. Belki bu yüzden, kitaplarımla birlikte evimizde daha güzel bir dünya oluştu. En güzeli de ben daha anlayışlı, daha bir içten, daha bir seven ve sevilen biri oluverdim. Kuşlarla, kelebeklerle, ağaçlarla, bulutlarla dost olmak, onları bizim “insan” yaşamımızla bütünleyerek değerlendirmek ne zevkli, ne yararlı bir oyunmuş meğer! Ben, dostluğun ve arkadaşlığın bu denli kıvanç verici olduğunu daha önceleri bilmezdim. Oysa kitaplarımla, onlardaki kahramanlarla yaşayarak öğrendim hepsini. (…) Yalnız bir dakika! Şu başımdan geçeni dinlemeden acele edip kitapçıya koşmayın. Azıcık bekleyin, birkaç dakika kulak verin bana.
İki üç gündür kitaplığımda bir gariplik var. Ne zaman önünden geçsem sanki gerçekten kuşlar öter, kanat çırpardı kitaplığımda. (...) Kırlarda, yeşilin cümbüşünde tatlı tatlı esen rüzgârların kokusu, kitaplığımın aracılığıyla yüzüme, kulağıma, saçlarıma dolanırdı. O kadar zamandan sonra şu iki üç gündür hiç de öyle değil yansıyanlar. Şimdi sanki “cennet” ülke değil de “cehennem” yeri oluvermiş benim canım kitaplığım.
(...)
Doğruca kitaplığa koştum. Annemler de geldiler. Rafın birinde yabancı bir kitap vardı. İki gün önce ağabeyim Ankara’dan getirmişti “armağan” diye. Onu yerinden çektim, ağabeyime uzattım:
— Al bu kitabı! Beni düşündüğün için teşekkür ederim ama istemiyorum.
— Neden ama sevgili kardeşim? Beğenmiyorsan okuma. Böyle öfkelenmene gerek yok.
— Canım ağabeyciğim, sen nasıl olur da böyle bir kitabı bana armağan diye getirirsin? Kitap seçmeyi bilmiyor musun? Gücendim sana!
Ağabeyim, babam, annem kitabın kapağına baktılar. Annem eğildi, beni kollarına aldı, sıktı. Bir de alnımdan öptü. Babam, ağabeyime baktı:
— Yalnız kapağı değil içindekiler de öyle. Nasıl getirdin bunu?
Ağabeyim belli ki üzülmüştü. Yüzü kızardı.
— Şimdi anladım. Beni iyice utandırdın kardeşim. Senden özür dilerim. Bak, anlatayım: Trende bir arkadaşımla beraberdik. Birlikte geldik. Onun da senin kadar bir kardeşi varmış. Burada indiğimizde ayrılırken birden durdu, “Az daha unutuyordum.” dedi, “Bak, şunu da kardeşine ver. Bizimki çok sever, belki seninki de hoşlanır.” Hemen almıştım. Sarılıydı, açıp bakmamıştım bile. Sonra getirdim, yine açmadan sana verdim. Ne bileyim böyle olacağını? Kusura bakma.
Babam söze karıştı:
— Oğlumun öğretmeni hangi kitapların yararlı olduğunu öğrencilerine çok iyi öğretmiş. Benim oğlum işte böyledir!
Babam bunu söyler söylemez ağabeyim kapağında, elindeki kocaman silahtan duman yayılan korkunç bir adamın resmi bulunan kitabı, okunmuş gazetelerin altına koydu.
Sonra ağabeyim heyecanla yanıma geldi.
— Gel, seni bir güzel öpeyim. Benim biricik kardeşim, kitap seçmedeki yetkinliğini görmekten nasıl kıvanç duydum, anlatamam. Bak bundan sonra sana ne kitaplar alacağım. Hemen şimdi, haydi, çabuk giyin! Doğruca kitapçıya gidiyoruz. Annem kahvaltıyı hazırlayıncaya kadar gider geliriz.
Ağabeyimle dışarı çıkarken dönüp kitaplığıma şöyle bir kulak verdim. Sanki tüm dünya güzellikleri benim kitap evrenimde toplanmış. Çalışkan ve iyi yürekli Arı Maya’nın tatlı vızıltısı, Heidi (Haydi)’nin dağları saran neşesi, Gülibik’in “Üüürüüüüü!” ötüşleri hep orada, hep orada… Belki inanmazsınız. Küçük İzo Mizo’nun bıyıkları kitaptan sarkmış, bana el sallıyor gibiydi. Ben de el ettim. Merdivenlerden inerken kendimi şöyle bir toparladım. Kitap seçiminde aldanmamak için öylesine tetikteyim ki…
Darısı başınıza…
Önce öğretmenimin önerdiklerini aldım. Okudum da. Bende okuma merakı geliştiğini gören annem, babam, ağabeyim ve akrabalardan kimileri fırsat buldukça bana kitap armağan ettiler. Bunlara, birkaç yaş günümde arkadaşlarımın verdiklerini de eklersek varın siz hesap edin ne kadar çoğalmış.
Hepsini okuyamadım. Birden yığıldılar. Ama büyük bir hızla okumayı sürdürüyorum. Yakında bitireceğim. (...)
Benim kitaplarım hep çiçek kokar. Renk renk güzellik kokar. Barış ve sevgi yayılır onların ortamından. Belki bu yüzden, kitaplarımla birlikte evimizde daha güzel bir dünya oluştu. En güzeli de ben daha anlayışlı, daha bir içten, daha bir seven ve sevilen biri oluverdim. Kuşlarla, kelebeklerle, ağaçlarla, bulutlarla dost olmak, onları bizim “insan” yaşamımızla bütünleyerek değerlendirmek ne zevkli, ne yararlı bir oyunmuş meğer! Ben, dostluğun ve arkadaşlığın bu denli kıvanç verici olduğunu daha önceleri bilmezdim. Oysa kitaplarımla, onlardaki kahramanlarla yaşayarak öğrendim hepsini. (…) Yalnız bir dakika! Şu başımdan geçeni dinlemeden acele edip kitapçıya koşmayın. Azıcık bekleyin, birkaç dakika kulak verin bana.
İki üç gündür kitaplığımda bir gariplik var. Ne zaman önünden geçsem sanki gerçekten kuşlar öter, kanat çırpardı kitaplığımda. (...) Kırlarda, yeşilin cümbüşünde tatlı tatlı esen rüzgârların kokusu, kitaplığımın aracılığıyla yüzüme, kulağıma, saçlarıma dolanırdı. O kadar zamandan sonra şu iki üç gündür hiç de öyle değil yansıyanlar. Şimdi sanki “cennet” ülke değil de “cehennem” yeri oluvermiş benim canım kitaplığım.
(...)
Doğruca kitaplığa koştum. Annemler de geldiler. Rafın birinde yabancı bir kitap vardı. İki gün önce ağabeyim Ankara’dan getirmişti “armağan” diye. Onu yerinden çektim, ağabeyime uzattım:
— Al bu kitabı! Beni düşündüğün için teşekkür ederim ama istemiyorum.
— Neden ama sevgili kardeşim? Beğenmiyorsan okuma. Böyle öfkelenmene gerek yok.
— Canım ağabeyciğim, sen nasıl olur da böyle bir kitabı bana armağan diye getirirsin? Kitap seçmeyi bilmiyor musun? Gücendim sana!
Ağabeyim, babam, annem kitabın kapağına baktılar. Annem eğildi, beni kollarına aldı, sıktı. Bir de alnımdan öptü. Babam, ağabeyime baktı:
— Yalnız kapağı değil içindekiler de öyle. Nasıl getirdin bunu?
Ağabeyim belli ki üzülmüştü. Yüzü kızardı.
— Şimdi anladım. Beni iyice utandırdın kardeşim. Senden özür dilerim. Bak, anlatayım: Trende bir arkadaşımla beraberdik. Birlikte geldik. Onun da senin kadar bir kardeşi varmış. Burada indiğimizde ayrılırken birden durdu, “Az daha unutuyordum.” dedi, “Bak, şunu da kardeşine ver. Bizimki çok sever, belki seninki de hoşlanır.” Hemen almıştım. Sarılıydı, açıp bakmamıştım bile. Sonra getirdim, yine açmadan sana verdim. Ne bileyim böyle olacağını? Kusura bakma.
Babam söze karıştı:
— Oğlumun öğretmeni hangi kitapların yararlı olduğunu öğrencilerine çok iyi öğretmiş. Benim oğlum işte böyledir!
Babam bunu söyler söylemez ağabeyim kapağında, elindeki kocaman silahtan duman yayılan korkunç bir adamın resmi bulunan kitabı, okunmuş gazetelerin altına koydu.
Sonra ağabeyim heyecanla yanıma geldi.
— Gel, seni bir güzel öpeyim. Benim biricik kardeşim, kitap seçmedeki yetkinliğini görmekten nasıl kıvanç duydum, anlatamam. Bak bundan sonra sana ne kitaplar alacağım. Hemen şimdi, haydi, çabuk giyin! Doğruca kitapçıya gidiyoruz. Annem kahvaltıyı hazırlayıncaya kadar gider geliriz.
Ağabeyimle dışarı çıkarken dönüp kitaplığıma şöyle bir kulak verdim. Sanki tüm dünya güzellikleri benim kitap evrenimde toplanmış. Çalışkan ve iyi yürekli Arı Maya’nın tatlı vızıltısı, Heidi (Haydi)’nin dağları saran neşesi, Gülibik’in “Üüürüüüüü!” ötüşleri hep orada, hep orada… Belki inanmazsınız. Küçük İzo Mizo’nun bıyıkları kitaptan sarkmış, bana el sallıyor gibiydi. Ben de el ettim. Merdivenlerden inerken kendimi şöyle bir toparladım. Kitap seçiminde aldanmamak için öylesine tetikteyim ki…
Darısı başınıza…
Celal ÖZCAN