SATRANÇ (Stefan ZWEIG)

Hiçbir entelektüel birikimi olmayan, çocukluğundan beri garip bir şekilde sadece satranç üzerine yoğunlaşan bir adam
Her türlü entelektüel donanıma sahip; ancak satranç hakkında bilgisi olmadığı halde, bambaşka nedenlerden ötürü bu alana yönelmiş bir başka adam
Bu iki adam bir gemide birbirlerine hangi şartlar altında rakip olur?
Peki ya sonuç?
İlginç öyküleri bizi ne derece etkileyecek?
Yaşama, yaşadıklarımıza bakışımızı değiştirecek mi?  

Satranç (‘Schachnovelle’), Avusturyalı yazar Stefan Zweig’ın (1881-1942) ölümünden hemen önce tamamladığı birkaç düzyazı metinden biridir. Zweig, bu metni kaleme aldığı sırada, karısı Lotte Zweig’la birlikte göç ettiği Brezilya’da, evinin bulunduğu Petrópolis kentinde yaşamaktaydı. (‘Satranç’ Üzerine – Ahmet Cemal)”



                                               * * * * *

“Ne var ki hem paraca hem de güvenlik açısından hiçbir kişisel sorununun bulunmaması, Zweig’ı İkinci Dünya Savaşı’nın korkunç atmosferinden bütünüyle uzaklaştırmaya yetmedi. Basından ve Brezilya’ya gelip giden tanıdıklarından savaşın cereyanını ve Nazilerin Avrupa’daki ilerleyişlerini, bu arada Gestapo’nun tüyler ürpertici cinayetlerini titizlikle izleyen yazar, kendini giderek ağırlaşan bir karamsar atmosfere kaptırdı. Sonunda arkadaşlarına yazdığı bir mektupta, ‘Sizler yeni bir gün doğumunu bekleyebilirsiniz, benim buna gücüm kalmadı…’ diyerek, 1942 yılında eşiyle birlikte hayatına son verdi. (‘Satranç’ Üzerine – Ahmet Cemal)”

                                               * * * * *

“Stefan Zweig, çok geniş bir psikoloji birikimini uğraşında bütünüyle kullanmış ender yazarlardandır. Onun dünya edebiyatında bir biyografi yazarı olarak kazandığı haklı ünün temelinde de bu özelliği, yani yazarlığının yanı sıra çok usta bir psikolog olması yatar. Başta ‘Erasmus’, ‘Montaigne’, ‘Marie-Antoinette’ ve ‘Fouché’ olmak üzere, bütün biyografilerinde Zweig, ele aldığı kişiyi incelerken onun psikolojik niteliklerinden yola çıkar ve bu nitelikler ile içinde bulunulan dönemin karşılıklı etkileşiminden kaynaklanan genel bağlamı sergiler. Böyle bir betimlemeyle karşılaşan okur ise, anlatılan kişinin ‘biriciklik’ niteliği ile tarihin oluşumu arasındaki ilişkiyi çözme olanağına kavuşur. (‘Satranç’ Üzerine – Ahmet Cemal)”

                                               * * * * *

“20. yüzyılda Avrupa edebiyatının en önemli deneme yazarlarından biri olan ve bir süre Nazilerin toplama kamplarında kalan Avusturyalı Jean Améry (1912-1978), toplama kamplarına ait izlenimlerini dile getirdiği bir denemesinde, bu kamplara gönderilen bir aydın için gerçekleşen ilk sonucun ‘entelektüel ölüm’ olduğundan söz eder. Zweig’ın Satranç başlıklı eseri, edebiyat alanında böyle bir ‘entelektüel ölüm’ üzerine kaleme alınmış en yetkin metinlerden biridir. (‘Satranç’ Üzerine – Ahmet Cemal)”

                                               * * * * *

“1922 yılında New York’ta düzenlenen satranç turnuvasında, yedi yaşındaki harika çocuk Rzescewski’nin ortaya çıkışından bu yana hiç tanınmayan birinin bu şanlı loncaya girişi, hiçbir zaman Czentovic’inki gibi yaygın bir heyecan uyandırmamıştı. Çünkü Czentovic’in entelektüel nitelikleri, asla böylesine parlak bir kariyerin kehanetini destekler gibi gözükmüyordu. Bu satranç şampiyonunun özel hayatında herhangi bir dilde bir cümleyi yazım yanlışları yapmaksızın kâğıda dökebilmekten aciz olduğuna ilişkin sırrın ortaya çıkması gecikmemişti ve öfkeli meslektaşlarından birinin kötücül bir alayla dile getirdiğine göre, ‘cehaleti bütün alanlarda olmak üzere, evrenseldi.’”

                                               * * * * *

“Sonraki günlerde gerek başçavuş gerekse rahip ona karşı tek bir partiyi bile kazanmayı başaramamışlardı. Bunun üzerine yetiştirmesinin başkaca alanlardaki geri kalmışlığını herkesten iyi bilebilecek durumda olan rahip, bu tek yanlı ve tuhaf yeteneğin daha zor bir sınava ne ölçüde dayanabileceğini merak etmeye başlamıştı.”

                                               * * * * *

“Dört saat boyunca hiç hareket etmeden satranç tahtasının başında oturan Mirko, tek kelime etmeksizin veya başını bile kaldırmaksızın, arka arkaya bütün oyuncuları yendi; sonunda bir simultane parti oynanması önerildi. Cahil gence simultane bir partide tek başına birden fazla oyuncuya karşı oynaması gerektiğini anlatabilmek, biraz zaman almıştı. Fakat Mirko bu uygulamayı kavrar kavramaz hemen yapması gereken şeyle uyum sağlamış, ağır ve gıcırdayan çizmeleriyle ağır ağır masaları dolaşmış, sonunda da sekiz oyundan yedisini kazanmıştı.”

                                               * * * * *

“ ‘Böylesine boş bir kafanın bunca çabuk gelen bir ünden sarhoş olmaması düşünülebilir miydi?’ diye noktaladı bana daha biraz önce Czentovic’in çocukça yetersizliğine ilişkin bazı klasik örnekler anlatmış olan arkadaşım. ‘Banat’tan gelme bir köylü gencin, ansızın bir tahta üstünde birkaç taşı birazcık oraya buraya oynatmakla bütün köyünün odunculuktan ve en yorucu işlerden bir yılda kazandığını bir haftada kazanması durumunda kendini beğenmişlikten başının dönmemesi diye bir şey olabilir mi? Hem ayrıca, bu dünyada bir zamanlar bir Rembrandt’ın, Bir Beethoven’in, bir Dante’nin, bir Napoléon’un yaşadığı hakkında en ufak bir bilgisi bulunmayan birinin kendini büyük bir insan sayması son derece kolay değil midir? Bu gencin dünyaya kapalı beyninde bildiği tek şey, aylardan beri hiçbir satranç oyununu kaybetmemiş olduğu ve dünyamızda satrancın ve paranın dışında daha başka değerlerin de bulunduğunu bilmediğinden, kendine hayranlık duymak için her türlü nedeni var.’”

                                               * * * * *

“Dokuz hamle öncesinden bir mat etme durumunu hesaplayabilen kişi, ancak birinci sınıf bir uzman olabilirdi, hatta belki de aynı turnuvaya gitmekte olan bir şampiyon adayıydı, bu kadar kritik bir andaki ani gelişinin ve oyuna müdahale edişinin neredeyse olağanüstü bir yanı vardı.”

                                               * * * * *

“Gerçekte bütün o yıllar boyunca Avusturya’da hiçbir resmi makam, hanedanın gizli kuryelerinin en önemli postalarını hep bizim dördüncü kattaki o kimsenin dikkatini çekmeyen büromuzdan aldıklarını veya oraya teslim ettiklerini tahmin bile edemedi.”

                                               * * * * *

“İlk bakışta bana ayrılan oda hiç de rahatsızmış gibi gözükmüyordu. Odada bir kapı, bir yatak, bir koltuk, bir lavabo ve parmaklıklı bir pencere vardı. Fakat kapı gece gündüz kapalı duruyordu, masanın üstünde kitabın, gazetenin, tabaka kâğıdın, kurşunkalemin bulunması yasaktı, pencere bir yangın duvarına bakıyordu; kendi Ben’imin çevresinde ve dahası bedenimde mutlak anlamda hiçlik inşa edilmişti. Elimden her şey alınmıştı, zamanı bilmeyeyim diye saat, bir şey yazmayayım diye bıçak alınmıştı; hatta bir sigara gibi en küçük bir kendini uyuşturma aracı bile yasaklanmıştı.”


                                               * * * * *

Dönüşüm, tam anlamıyla başarılmıştı: Satranç tahtasını taşlarıyla birlikte iç dünyama yansıtmıştım ve tıpkı deneyimli bir müzisyenin bütün sesleri ve bunların birlikteliğini duyabilmesi için sadece notalara bakmasının yeterli olması gibi, ben de yalnızca formüllerin yardımıyla belli bir konumu kuşbakışı görebiliyordum.”

                                               * * * * *

“Bu adamın neden bir daha asla bir satranç tahtasına elini sürmeyeceğini bir tek ben biliyordum, ötekiler kafaları biraz karışmış olarak geride kalmışlardı, içlerinde sanki son anda nahoş ve daha tehlikeli bir durumdan kurtulmuşlar gibi belirsiz bir duygu vardı.”
                                          ▬    ▬      ▬

Bu Haftaki Tercihleriniz

KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ (Emre CANER)

GÖR BENİ (Azra KOHEN)

BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ (Faruk Nafiz ÇAMLIBEL)

BANDO TAKIMI (Muzaffer İZGÜ)

ŞEMS-İ TEBRİZİ'NİN ÖĞRETİLERİ