AZ (Hakan GÜNDAY)

Hakan Günday, neredeyse tüm kitaplarını duyduğum; ancak hiçbir kitabını okumadığım bir yazardı. Malafa, Zargana, Kinyas ve Kayra, Daha, Az…



Okulumuzda öğretmenler arasındaki “kitap kulübü”nden daha önce söz etmiştim. Göz atmak isterseniz: “Körlük”. Kulübün kasım ayı için seçtiği kitap Hakan Günday’ın “Daha” adlı kitabıydı. Konu da zaten buradan açıldı. Onlar “Kaçıncı sayfadasın? Nasıl gidiyor?”  derken bizlerin de ilgisini çekiyor doğal olarak. O dönemde okudukları kitabın konusuna bakıyor, sayfalarını çeviriyor bir yerinden biz de sohbete dâhil oluyoruz. Bu sohbetler sırasında kulüpteki arkadaşlardan biri –  “Esir Şehir Üçlemesi”ni okumamı tavsiye eden arkadaş – artık bir Hakan Günday kitabı okumalısın dediğinde tereddütsüz kabul ettim. Ama hangisini okumalıydım? Kendisi Günday’ın tüm kitaplarını okumuş ve “Az” favori kitabıymış. “Tüm kitaplarını ardı ardına okumuştum. Bu kadarı biraz fazla geldi ama hepsi de birbirinden güzel.” diye başlayan sohbetimizin sonunda onun da tavsiyesi üzerine “Az” da karar kıldım. Sağ olsun hemen ertesi günü kitabı getirdi. Bakalım nasıl bir macera beni bekliyordu?



Kitap üç bölümden oluşuyor. İlkinde Derdâ'nın, ikincisinde Derda'nın yaşamından kesitler aktarılıyor. Üçüncüde ise ikisinin yolları kesişiyor.



Kitap, yatılı bölge okulundaki çocuklardan birinin ranzadan düşüp ölmesiyle başlıyor. Ancak çocuğun düşme hikâyesi benim için oldukça etkileyiciydi. Ailesinden ayrılıp yatılı bölge okuluna gelmiş küçük bir kız çocuğunun yalnızlığı, korkuları “böcek”ten yola çıkılarak çarpıcı bir şekilde aktarılmış.

“İnsanın görmediği şeyler yok olmazdı ki! Hem düşmanı gözetleyemedikten sonra gizlenmenin ne anlamı vardı? Hatta artık her şey daha tehlikeliydi. Böcek istediğini yapabilir ve kimsenin bundan haberi olmazdı.”

                                               * * * * *

“Alnı zemine değdiğinde tek alkış kadar ses çıktı. Boynunun kırıldığınıysa kimse duymadı. O ana kadar bir sinekkuşunun kanatları gibi atan kalbi betona çarpınca durdu. Altı yaşındaydı. Loşluğun ve korkunun böceğe benzettiği tavandaki çatlaksa ondan sadece bir yaş büyüktü. Yedi yıldır orada duruyor ve yedi yıldır, ışıklar kapanınca bir böceği andırıyordu. Ayaklarındaki tüylerin belirmesi içinse koridordaki ampulün yanması ve koğuş kapısının açık kalması gerekiyordu.”

                                               * * * * *

Kafamızda canlanan “Küçük kızın ölümüyle Derdâ’nın bir ilgisi var mıydı, kızın ölümü onun hayatını nasıl etkileyecekti” gibi sorular merak unsurunun iyice artmasına yol açıyor.

“Ama cevap verecek bir Derdâ var mıydı? Kalmış mıydı? Derdâ’nın ne kadarı on bir yaşındaydı?”

                                               * * * * *

“Jandarma erleri çocuklarla şakalaşıyor ama çocuklar gülmüyordu. Yüzbaşı okul müdürünü dinliyormuş gibi yapıyor ama duymuyordu. Derdâ ağzındaki lokmayı çiğniyor ama yutmuyordu. Revirin tek sedyesinde yatan Yeşim’se ölmek istiyor ama yaşıyordu.”

                                               * * * * *

“Maddenin hallerinden biri de olağanüstü olanıdır. Olağanüstü haldeki okulun ağırlık, boşta kalmış çocuklar nerede toplanıyorsa oraya kayıyordu.”

                                               * * * * *

Yatılı bölge okulunda yaşananların ardından Derdâ’nın hikâyesine geçiyoruz. Sarsıcı bir anlatım, beklenmedik durumlar kitabın geneline hâkim olan unsurlar. Hikâyenin ayrıntılarını aktarmamın gerekli olduğunu düşünmüyorum. Ama siz ayrıntıları merak ediyor ve daha geniş bir özet bekliyorsanız yazımın sonunda bulunan “Kitap Hakkında Kim Ne Demiş?” bölümü merakınızı giderebilir. Ben yine – kitabın dil ve anlatım yönünü ortaya koyabilmek adına – alıntılarla devam ediyorum.

“Konuşarak ısınanlar dinlemez.”

                                               * * * * *

“Kurudere’de insanlar konuşmazdı. Kızınca homurdanır, namaz kılarken mırıldanırdı. Arası sessizlik.”

                                               * * * * *

“Hikmetçilerin bölgedeki diğer tarikatlardan farkı, şıhlarının ‘yersiz’ diye bilinmesiydi. Ne kapılandıkları bir medrese ne de yuvalandıkları bir dergâh vardı. Yersiz Şıh Gazi bir misafir olarak doğmuş ve bir misafir olarak ölecekti. Ne bir evi vardı, ne de muhtarlığa bir kaydı. Bu yüzden her üç ayda bir yer değiştirir, mürit evinden mürit evine geçer, ikramla yaşardı. Hikmetçiliğin temeliydi yersizlik. Hiçbir devlet sınırı gerçek değildi onlara göre. Hatta devlet diye bir şey yoktu. Müminler ve kâfirler vardı. Bu yüzden dağılmışlardı dünyanın dört bir yanına. Yersiz oldukları için. Ama yine de üzerinde Hıdır Arif yazan birkaç tapu vardı tabii. Yersizlik, mülksüzlük anlamına gelmiyordu ki.”

                                               * * * * *

“Beş yıldır boş olan karşı daireye bir kiracı bulunmuştu demek ki. Artık paspası temizlemek ya da sabahları Bezir’i asansöre geçirmek için çarşafını örtmek zorunda kalacaktı. İlk aklına gelen bu oldu. Yabancı erkeğe görünmez olmak için örtünmek.”

                                               * * * * *

“Ne Ubeydullah öğrendi Bezir’in Derdâ’yı dövdüğünü ne de Rahime o küvette gördüklerini anlattı. Oysa Ubeydullah, Derdâ’yı sevmişti. Merhametle. Seyrek de olsa eve geldiğinde ‘Derdâ, kızım’ diyordu. Ama o üzerindeki, her şeyi örten kumaş yüzünden hiçbir şey göremiyordu. Ne Derdâ’nın dizlerindeki kemer tokası izlerini, ne de omuzlarındaki yumruk kalıntılarını”

Yaşananlar tüm çıplaklığıyla, duygusuyla aktarılmış. Öfke, kızgınlık, hiddet; merhamet, hüzün, kırgınlık… Dünya üzerinde bir yerlerde yaşanan bambaşka hayatlar… Belki uzakta belki de yanı başımızda.

                                               * * * * *

“Yarım kaldı kelimesi. Hayatı, kızgınlığı ve her şeyi yarım kaldı. Çarpmaktan yorulmuş kalbi, ete saplanmış mermi gibi durdu.”

                                               * * * * *

“Babasının intikamını mutlaka alacaktı. Kendinden alamadığına göre bütün dünyadan. Oysa bütün dünyada, babasının ölümünden sorumlu olan tek kişi kendisiydi. Ama Bezir, bu konuda babasına çekmişti. Kendine vuramadığı için oğlunu döven Ubeydullah’a”

                                               * * * * *

“Oysa on dört yaşındaki bir çocuğun, ergen öfkesi olarak nitelenerek küçük görülen davranışları, doğal olandır. Gözlerindeki doğum çapakları dökülmüş ve dünya üzerinde dönen bütün dolapların sırtına yüklenmiş olduğunu anlamıştır. Kendini odasına kilitleyip dışarıyı dışarıya hapsetmeye çalışır. Ya da bütün kapıları ve duvarları avazı çıktığı kadar bağırarak yıkmaya.”



                                               * * * * *

“Sonuç olarak, insanlığın ergenlik hali, bütün aptallığına rağmen, hayatı boyunca, özgür bir yaratığa en çok benzediği dönemdir.”

                                               * * * * *

“Yıllardır, gerçek bir insana gerçek bir sevgi hissetmediği için Anne’e olan duygularını tanımlayamayan Derdâ, onu seviyor ama bunu bilmiyordu.”

                                               * * * * *

“Ve herkes görünene aldanmaya hazırdı. Çünkü görünene aldanmak, hayatı dayanılır kılmanın ilk şartıydı…”

                                               * * * * *

İkinci bölümde Derda’nın hayatı anlatılıyor. Derda’nın babası hapiste. Annesi ölünce Derda, yurda gitmemek için inanılmaz bir çare düşünüyor. Annesinin vefatından kimsenin haberinin olmaması lâzım. Yine etkileyici ve çarpıcı bir anlatım.

Derda’nın başından geçenleri okurken Derdâ’nın hikâyesiyle ortak yerleri, ortak kişileri, ortak duyguları; ortak yönleri keşfetmeye başlıyoruz yavaş yavaş.

“Bu hayatta kimseye hiçbir şeyi tam olarak anlatamayacağını anlamıştı. Biri için ölüm kalım meselesi olan, diğerinin gözünde toz kadardı.”

                                               * * * * *

“Kim bilir o gün, daha kaç çocuk taş tekmelemiş ve kendini tekmelenmiş bir taş gibi hissetmişti?”

                                               * * * * *

“Tayyar’la aralarındaki alışveriş tekniğine de, MI6 dilinde dead drop deniyordu. Alanla verenin asla yan yana gelmediği bir takas biçimi. Önceden belirlenmiş herhangi bir noktayı emanet dolabı gibi kullanmaktan ibaretti.”

                                               * * * * *

“Ama Yasin fazla ölü görmüştü. Hayatı boyunca bir savaş alanında yaşamış gibi. Dünya üzerinde hayatta kalan son insan kadar ölü görmüştü. Belki de bu yüzden yok olup gitmekten korkmuyordu. Var olmaktan yeterince korktuğu için.”

                                               * * * * *

“Herkesin öyle bir hikâyesi yok muydu? Başlayıp da bitiremediği. Çünkü kimsenin dinlemediği…”

                                               * * * * *

“O kadar güzeldi ki her şey! O kadar güzel görünüyordu ki gökyüzü! Yanında oturan İsrafil’e baktı. O da görsün istedi. Bir an için, ne kadar mutlu olduğunu ve ne kadar gülümsediğini. Ve o an duydu İsrafil’i. Masmavi denizin 64 metre üzerinde, bembeyaz bulutların kilometrelerce altında.
‘İşte, o herifi vuracaksın, benim için.
Anlamadı Derda.
‘Ne?’ dedi. Yüzünde kalmış gülümsemeyle.
‘O Hanif denilen herifi vuracaksın.’
Bu kez anladı. Anladığı anda da köprü bitti ve İstanbul yeniden çirkinleşti.”

                                               * * * * *

“Sadece, içinde doğdukları vahşetten daha vahşi olmak zorunda kalmışlardı.”

                                               * * * * *

“Nereden bilebilirdi Tayyar? Yıllar önce, en fazla yarım saat gördüğü bir çocuğun, binlerce gün sonra, yine bir yarım saat içinde kendini öldüreceğini.
Nereden bilebilirdi Derda? Tayyar’ı öldürerek, kendininki hariç, herkesin intikamını aldığını.
Nereden bilebilirdi İsrafil? Derda’yla Tayyar’ı asla yan yana getirmemesi gerektiğini.
Nereden bilebilirdi Çöpçü Hanif ? Derda sayesinde hayatta kaldığını.
Nereden bilebilirdi insanoğlu? Varlığının sonuçlarını.

                                               * * * * *

Kitap Hakkında Kim Ne Demiş?
(İşaretli yerlere tıklayarak yazıların tamamını okuyabilirsiniz)

Okumaya başlamadan önce kitabın adı ve tanıtım yazısı dikkatimi çekmişti. Kitabın sonlarına doğru Derdâ’nın mektubuyla kitabın adı da daha bir anlam kazanıyor. Kitabı beğendim mi? Evet. Hem de çok. Favorilerim arasında yer almayı başardı.
Bir kere konuyu ve anlatımı etkileyici buldum. İnsanların duygularıyla bunları açıklayan ifadeler birbirini bütünlemiş sanki.
Konu ilginçti. Farklı coğrafyalarda geçmesi anlatıma hem renk katmış hem de bakış açılarını zenginleştirmiş.
Kitabı okurken Hakan Günday’ın yazdığı hikâyeye hâkim olduğu izlenimi uyandı bende. Farklı durumları, kişileri bir potada eritmek için olaya iyi konsantre olunması gerektiğini düşünenlerdenim. - Kitabı okuduktan sonra dinlediğim röportajı da bunu destekler nitelikte. Bir kitabı yazarken sadece ona odaklanıyor. Kendi ifadesiyle: "Üç ayda bitecekse üç ayda yazıyorum. Ara vermem mümkün olmuyor. Tüm odaklanma gücümle olabildiğince yazdığım hikâyeyle ilgilenmeye çalışıyorum." Sohbeti dinlemek isteyenler için: "İlk Sayfası" - 


Kitabı okuduktan sonra bu yazı için okur değerlendirmelerini incelerken bazı kişilerin kitaptaki küfürlü ifadelerden rahatsız olduklarını gördüm. Bunu ben de zaman zaman düşündüm; ancak onları kullanmasaydı olayların gerçekliğini biraz gölgelerdi diye düşünüyorum. Çünkü bazı ortamlarda yaşayan, yetişen kişiler iki cümleden birinde mutlaka küfür kullanıyorlar. Onların yetiştiği ortam ve konuşma tarzları – kabul etsek de etmesek de – bu şekilde. Kitapta aktarılan karakterleri ve yaşam tarzlarını düşününce bu o kadar da rahatsız edici gelmeyebilir.
Dikkatimi çeken ikinci nokta da kitaptaki tesadüfler okurlara fazla gelmiş, “Olmaz bu kadar!” dedirtmiş. Benim de tam tersi hoşuma gitti. Hikâyeyi diri, ilgiyi canlı tutuyor diye düşündüm. Belki de bugüne kadar özellikle de öğrencilerimden öyle hayat hikâyeleri, öyle olaylar dinledim ki kitaptaki tesadüfler beni rahatsız etmedi. Hem zaten bu bir anı ya da biyografi değil ki, roman. Bir ressama yaptığı resmi gösterip sormuşlar: “Bu ne biçim balık?” O da cevap vermiş: “O balık değil, resim”
Bence edebiyat, psikoloji ve sosyoloji alanlarında tez konusu olabilecek bir roman.

"Kitaplarım Olmadan Asla" blogunda Emine Öztürk, kitabı okumakta geç bile kaldığını belirterek başlamış söze. Yıl 2012. Kitabın özetini bulabilirsiniz bu yazıda. Yazının sonunda yer alan yorumlar da size yol gösterebilir belki. "Hakan Günday - Az"
Merve Şahin'in "Arsız Sanat"taki yazısı "Hakan Günday'ın 'Az' Romanı Üzerine". Bu yazıda kitabın geniş bir özeti verilmiş. Özellikle son paragrafta da kitap hakkındaki düşünceler aktarılıyor.
Daha fazla yorum için: "Hakan Günday Kitapları - Az
Hakan Günday'ın kendi kitapları hakkında düşüncelerini öğrenmek istiyorsanız: "En Sevdiğim Kitabım: Az" Bu yazıdan birkaç cümleyi de sizinle paylaşmak isterim: 
"Ama yine de asgari olarak, siz bir tarzdan, bir Türkçe kullanım biçiminden etkileniyorsanız, o tarz size şehrin o günkü trafik durumunu da anlatsa okursunuz."
"Kitaptan kafayı kaldırıp yazara bakılıyorsa, bu çok da doğru değildir."
"Ben yazarlar biliyorum, Bukowski’yi biliyorum, Boris Vian’ı biliyorum, Neil Gaiman’ı biliyorum… Ve bu isimlerin yan yana gelince pek de benzer noktalarını göremiyorum. Göremediğim için de onların hepsini tek bir şemsiye altında toplayıp o şemsiyeye de 'yeraltı edebiyatı' diyemiyorum."
                                            ▬    ▬      ▬

Bu Haftaki Tercihleriniz

KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ (Emre CANER)

GÖR BENİ (Azra KOHEN)

BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ (Faruk Nafiz ÇAMLIBEL)

BANDO TAKIMI (Muzaffer İZGÜ)

ŞEMS-İ TEBRİZİ'NİN ÖĞRETİLERİ