NAZİ VE BERBER (Edgar HİLSENRATH)

Her şey bir blogger arkadaşın yıllar önce bana Edgar Hilsenrath’ın “Nazi ve Berber” adlı eserini sosyal medya hesaplarımdan tavsiye etmesiyle başladı. Kitabın adını not edip okuma listeme eklemiş; ancak bir türlü fırsat bulup sırasını denk düşürememiştim. Kısmet bugünlereymiş. İlk önce kendisine teşekkür etmek isterim, bu muhteşem kitapla buluşmama vesile olduğu için. Süreç içerisinde kendisi blog yazmayı bırakmış. Bu sebeple blog adresini buraya alamıyorum. Neyse sözü daha fazla uzatmadan kitaba geçiş yapalım.




Bu kitapla ilgili olarak aktarmak istediğim ilk şey yazarın hayatı. Edgar Hilsenrath Yahudi bir aileden geliyor ve İkinci Dünya Savaşı sırasında ailece zor günler geçiriyorlar. Sonrasında Yahudi organizasyonlarıyla Filistin’e giden Hilsenrath orada da rahat edemeyince Fransa’ya geçiyor. “Nazi ve Berber” romanında da Hilsenrath’ın hayatından izler bulmak mümkün. Bu da romanın etkileyiciliğini artırmış diye düşünüyorum.



Kitabı okumadan önce Hilsenrath’ın hayata bakışıyla ilgili bir röportaj okumak kitaba daha kolay adapte olmanızı sağlayabilir belki: “Kapılarını açmayan cennetin canı cehenneme”. Kitabı okuduktan sonra Hilsenrath hakkında daha fazla bilgi edinmek istedim. Böyle başarılı bir ürün ortaya koyan ama ismi pek de duyulmamış bu kişi kimdir diye merak ettim. Bağlantı verdiğim yazıya da bu merakın sonucunda ulaştım. Bu arada Hilsenrath geçtiğimiz günlerde hayata veda etmiş. Her ne kadar ismini bu kitaptan önce duymamış olsam da “Hilsenrath” adı bence edebiyat dünyası için büyük kayıp.



Kitaba ilk başladığımda neyle karşılaşacağımı pek tahmin edemiyordum. Ama kitabın kurgusu her bir sayfayı çevirdiğimde, her bir bölümü bitirdiğimde beni daha da etkiledi. Kitap kendi içinde altı kitaptan oluşuyor. Başka bir deyişle “Birinci Kitap”, “İkinci Kitap” diyerek bölümlere ayrılmış. Her bölümde kahramanın farklı bir dönemiyle karşılaşıyoruz. O dönüşümün, değişimin anlaşılabilmesi adına bu bölümleme iyi olmuş. Her biri kendi içinde kitabın yapı taşlarını oluşturuyor.

1

İlk kitapta 1900’lü yılların başındayız. Max Schulz – kitabın kahramanı – evlilik dışı bir çocuk olarak dünyaya geliyor. Babasının kim olduğu belli değil. O hem anne hem de baba tarafından âri soydan olduğunu vurguluyor.  – Özellikle o yıllarda “âri soy” ifadesinin bazı Almanlar tarafından ne kadar önemli olduğunu da hatırlamakta fayda var –  Komşu evdeki Yahudi Itzig Finkelstein’la aynı zamanda doğmuş. Itzig’in babası Chaim Finkelstein yörenin varlıklı, kültürlü ailelerinden. Bir berber dükkânı sahibi.

“Çünkü Chaim Finkelstein’ın, bu küçücük adamın etkileyici gözleri vardı. Bu gözleri gören hiç kimse onun kabak kafasına aldırmazdı.”

                                               * * * * *

“Ben, Max Schulz, sekiz günlük, birden bir çığlık atarak kasabın boynuna atılmışım ve kuvvetlice ısırmışım, oysa henüz dişim yokmuş, yere atmışım kendimi, rüzgâr hızıyla pencereye koşup pencerenin ön çıkıntısına tırmanmış ve yaşamımda ilk kez… sokağı görmüşüm… sıradan bir sokaktı… yayla yolu ve su yolu ve kaldırım taşları olan… ve eğri, renkli çatıları olan tuğlalı evleri, hareket eden araçları ve iki ve dört ayaklı canlılar karmaşasını, gökyüzünü de görmüştüm… kül grisi renkte ve kara… bulut dolu-puslu-kapalı… daireler çizerek uçan kuşları görmüştüm… ama melek görmedim, tek bir melek görmedim.”

Özellikle bu ilk bölümde olaylar, kişiler, durumlar çoğu zaman abartılarak verilmiş. Bunun tabii ki çeşitli sebepleri olabilir. Örneğin cinselliğin aktarıldığı bazı bölümler “âri ırk”ın vurgulanabilmesi adına abartılı şekilde ifade edilmiş.
Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıllardayız. Ancak bu savaştan pek söz edilmemiş. Bu süreçte Max’ın anne ve babasının yaşam tarzına  – annenin pek çok erkekle birlikte olması, üvey babanın Max’ı taciz etmesi – değinilmiş. “Max’ın çocukluğunun yetişkinliğine yansıması nasıl olabilir”in ipuçları veriliyor bu satırlarda. Ayrıca Max ve Itzig üzerinden dönemin Yahudi – Alman ilişkileri aktarılıyor.

                                               * * * * *

(Yazının bundan sonrası “spoiler” içerir)

Kitabın yirminci sayfasından itibaren bir seri katilin geçmişine tanıklık ettiğimiz net olarak ortaya konuyor. Düşünmeye başlıyoruz “Suç nedir?”, “Suçlu kimdir?”.
Kitapta sık aralıklarla tekrar edilen ben Itzig Finkelstein, o zamanlar Max Schulz olan ben ifadesi de dikkat çekici olmaya başlıyor. Max, Itzig’in yerine mi geçecek, diye düşünmeden edemiyor insan. Ama hangi şartlarda ve neden böyle bir değişiklik gerçekleşecek?

“Ama ben size yalnızca kendi öykümü anlatmak istiyorum… sistematik bir sırayla… böyle mi denir?.. size her şeyi anlatmamama rağmen, yani: sadece en önemlisini ya da ben Itzig Finkelstein, o zamanlar Max Schulz olan ben, en önemli gördüklerimi anlatıyorum.”

                                               * * * * *

“Bizim mahalledeki sokağın çocuklarının iki futbol takımı vardı: bir Hıristiyan ve bir Yahudi. Itzig Finkelstein’ın en iyi arkadaşı olarak benim Yahudi takımında oynamam son derece doğaldı.”

                                               * * * * *

“Itzig Finkelstein ve benim çıraklık için yaşımız biraz geçmişti, neredeyse 17’sindeydik, kalfalar bizi ittiler, küçük gördüler, alay ettiler, yuhaladılar, eşek yerine koydular, güldüler – ama bu bizi rahatsız etmedi. Ötekiler kıskançtı – çünkü biz eğitimliydik, Latince ve cebir biliyorduk ve daha başka birçok şey biliyorduk, iyi kitaplar okumuştuk, şiir yazabiliyorduk vesaire. Kalfalar bize: ‘Profesör Itzig! Profesör Max!’ diyorlardı. Ama dediğim gibi biz aldırmadık. Çünkü ne istediğimizi biliyorduk.”

                                               * * * * *

“Ama sizi boşuna bekletiyorum. Doğru mu? Siz ne zaman kitle katiline dönüştüğümü bilmek istiyorsunuz?
Şöyle: O zamanlar henüz Max Schulz olan ben Itzig Finkelstein, iyice kısaltarak anlatmayı deneyeceğim. Artık sabrınız kalmadı. Benim de kalmadı.”

Yıllar geçmektedir. Almanya’da işler değişmeye, Yahudiler için hayat zorlaşmaya başlar. Itzig bir Yahudi’dir ve artık ikisi de büyümüştür. Çocukluğun o saflığı, iyi niyeti kaybolmaya başlamış; iki can dostun araları ister istemez bozulmuştur. Değişen dünya, değişen şartlar ve fikirler bu ikiliyi nerelere savuracaktır?

Kitabın bu bölümünü okurken Edgar Hilsenrath’a hayranlığım arttı. Aslen Yahudi olan ve toplama kamplarında da bulunan Hilsenrath hikâyesini “âri” ırktan olan Max Schulz üzerinden aktarmış. Kendisi Yahudi olduğu ve o kadar zor şartlarda bulunduğu halde “Alman”ları suçlamadan, bir “insan”ın gözünden savaşın, ırkçılığın ne gibi trajik olaylara yol açabileceğini göstermek istemiş. Kitap boyunca her ne şart altında olursa olsun o “insani” yönün ön plana çıkarılmak istenmesi beni derinden etkiledi. Hilsenrath karşı durduklarına “kahrolsun, mahvolsun” demek yerine karşı tarafı anlamaya, olanları anlamlandırmaya çalışıyor. Belki de yeni savaşları, yeni çatışmaları önleyebilmek adına insanları düşünmeye sevk ediyor.

                                               * * * * *

2

İkinci kitabın başında tek bacağı tahtadan olan Bayan Holle ile tanışıyoruz. Max, Bayanın ölen kocesı Günter’i tanıyor. Yıl 1945. Savaş bitmiş. Max, kadınla konuşmaya, kendine yeni bir düzen kurmaya gelmiş. Max ve Bayan Holle yakınlaşıyorlar. SS subayı olarak yüzlerce Yahudi’yi öldüren Max ve savaşın zorluklarını bir başına yüklenmek durumunda kalan Bayan Holle. O kadar vahşet dolu anlatımların yanında yer alan naif, hoş betimlemeler zıtlığı, duyguların çatışmasını muhteşem bir şekilde gözler önüne seriyor.

“İlk Alman köyüne geldiğimde, kök salmış gibi yerimde çakılıp kaldım. Evler yanmış, ahali Ruslar’dan kaçmıştı. Bir yol levhası gördüm, ucu yukarıyı gösteriyordu… gökyüzünü. Köyün silinmiş adının yazılı olduğu levhayı okumayı denedim, ama okuyamadım”

                                               * * * * *

3

Üçüncü bölümde Bayan Holle mayına basarak ölüyor. Kitabın benim için etkileyici yönlerinden biri olan anlatım tarzı bu bölümde de göze çarpıyor. Zıtlıkların aktarımı: duygusallıkla mantık, merhametle acımasızlık, kabalıkla şiirsellik hep yan yana.
Max artık Yahudi kimliğine bürünüyor. Çocukluk arkadaşı Itzig üzerinden kendine yepyeni bir hikâye yazıyor. Itzig’in hikâyesi. Ne de olsa arkadaşının tüm hayatını en ince ayrıntısına kadar biliyor ve kendini gizlemek için kullanabileceği en geçerli kimlik “Itzig”. ben Itzig Finkelstein, o zamanlar Max Schulz olan ben cümlesi de okur için artık bir anlamda ete kemiğe bürünüyor.
Itzig olarak yaşamaya başlayan Max, bir kontesle birliktelik kurmasına rağmen bir süre sonra kontesten ayrılıyor. Yakalanmamak için Yahudi topraklarına gitmek zorundadır.

“Size kuzeyli kontesle Yahudi karaborsacı ben Itzig Finkelstein arasındaki bağın kurulduğunu söylememe herhalde gerek yok. Kontes para istiyordu. Ben de toplumsal bir statü. Birbirimizi tamamlayabiliyorduk. Prizle fiş misali. Duyargalarımızı uzatıp birbirimizi bulduk, birlikte iyi işler görüyorduk.”

                                               * * * * *


4

Benim için kitabın kalbindeyiz. Dördüncü bölüm benim için gerçekten çok etkileyiciydi. Bu bölümde çocukluk arkadaşını ve ailesini öldürmek durumunda kalan Max Schulz’un iç hesaplaşmasıyla karşı karşıyayız. Max için artık yeni bir hayat başlamaktadır. Filistin’e doğru giden Max, aynı zamanda kendi içine doğru da yol almaktadır. Max bu kitapta Itzig’e seslenerek başından geçenleri, yaşadıklarını, hissettiklerini, zorunluluklarını anlatıyor. Ölmüş arkadaşına içini döküyor. Savaşın bir kazananı olmadığını belki de şu sözle yüzümüze vuruyor:  “Ve siz kazandınız. Yahudiler. Ama sen değil. Baban da değil. Annen de değil. Çünkü siz ölüsünüz.”

“Yalnız Yahudileri öldürmedik. Başkalarını da öldürdük. Başkalarını da vurduk ve astık ve gazladık ve ölesiye dövdük… başkalarını… Yahudi olmayanları. Ama ben o zamanlar Max Schulz olan Itzig Finkelstein yalnız Yahudi ölümleri için görevlendirildim. Neden mi? Bilmiyorum nedenini.”

                                               * * * * *

“Her şey bitmişti. Evet, Sevgili Itzig. Bitmişti. Savaşı kaybetmiştik. Ve siz kazandınız. Yahudiler. Ama sen değil. Baban da değil. Annen de değil. Çünkü siz ölüsünüz.”

                                               * * * * *

“Düşündürücü bir gündü! Kitle katili ben Max Schulz’un yeniden berber olduğu gün! Namuslu burjuva mesleğine sahip bir adam!”

                                               * * * * *

“Sevgili Itzig. Otomatik bana verildi. Birkaç tane de Molotof kokteyli. Çok heyecanlıyım. Ne yazık ki şu sıra günlük tutmuyorum. Yoksa içine şunları yazardım:
‘Ben kitle katili Max Schulz, bugünden itibaren… bir Yahudi özgürlük savaşçısıyım”

                                               * * * * *

5

Kitle katili Max Schulz artık Yahudi berber Itzig Finkelstein olarak hayatına devam etmektedir. Ama bu değişiklik onu ne derece rahata kavuşturmuştur. Görünen Itzig – ya da Max’ın – ardında görünmeyen o ruh hali nasıldır?

“Itzig Finkelstein çok sık dönüşüme uğramıştı. Bir zamanlar adı Max Schulz olan günahsız süt kuzusu, ufak bir fare avcısı olmuştu. Ve fare avcısı eğitimli bir bey. Eğitimli genç bey… berber olmuştu. Ve berber SS. Ve SS adam kitle katili. Ve kitle katili… küçük Yahudi karaborsacı Itzig Finkelstein. Ve şimdi: küçük Yahudi karaborsacı Itzig Finkelstein… bir öncü, bir muhacir, bir özgürlük savaşçısı olmuştu.
Evet, lanet olsun. Kusacak gibiyim. Tam bu değişimler… tüm o küçük ve büyük Max Schulz’lar ve Itzig Finkelstein’lar barsaklarımda guruldayıp duruyordu, doğuyor, dönüşüme uğruyor, aradaki ve arkadaki merdivenleri bir yukarı bir aşağıya inip çıkıyor, büyüyor ve ölüyorlardı.”

                                               * * * * *

“Silah ve cephane açısından bizden çok üstün olan bir düşmana karşı savaştık. Ama tavrımızı değiştirmedik. Kahramanca savaştık. Çünkü ne uğruna savaştığımızı biliyorduk!”

                                               * * * * *

Altıncı kitapta 1953 yılındayız. Itzig yani Max artık bir evi, bir berber dükkânı olan evli biridir. Günlük hayata uyum sağlamaya çalışsa da geçmişi her daim aklındadır.
  
Edebi açıdan da başarılı bulduğum “Nazi ve Berber” favori kitaplarım arasında ilk üç sıradan birinde olacak her zaman.
Okumaya başlarken bu kadar beğeneceğimi, başarılı bulacağımı tahmin etmemiştim. Kitap; konusu, anlatımı, kurgusu ve etkileyici finaliyle bende apayrı bir yere sahip artık.   
                                        ▬    ▬      ▬

Bu Haftaki Tercihleriniz

kitap performans ödevi

BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ (Faruk Nafiz ÇAMLIBEL)

ELA GÖZLÜ PARS CELİLE (Osman BALCIGİL)

SANATIN GEREKLİLİĞİ (Ernst FISCHER)

BÜYÜLEYİCİ BAĞIRSAK (Giulia ENDERS)