BUDAPEŞTE'DE BAHAR (Ferenc KARİNTHY)
Bazı kitaplar vardır. Sizi bulunduğunuz yerden alır bambaşka diyarlara götürür. Orada yaşayan insanları tanır, onlarla hemhâl olursunuz. Onların derdi sizin derdiniz, üzüntüsü sizin üzüntünüzdür. Ufacık bir gülümseyişleriyle siz de gülümser; mutlu olduklarında sevinirsiniz.
İşte Ferenc Karinthy'nin "Budapeşte'de Bahar" isimli kitabı tam da böyle bir eser oldu benim için.
İşte Ferenc Karinthy'nin "Budapeşte'de Bahar" isimli kitabı tam da böyle bir eser oldu benim için.
Kitap Hakkında
Merhaba sevgili kitap,
Her zaman "kitap dostları"na seslenirdim; ama bugün nedense sana hitap etmeyi tercih ettim.
Bir kere ismin hoşuma gitti. İçinde "bahar" geçen sözleri severim. Bu "sonbahar" olsa bile; çünkü "bahar" benim için değişimi, umudu, ferahlığı, yenilenmeyi, gelişmeyi çağrıştırır. "Budapeşte'de Bahar" da bu sebeple ilgimi çekti.
Oldukça eski bir kitapsın. Basım tarihin 1978. Seninle ilk buluşmamızı hatırlamıyorum. Sahaflardan mı, aile kitaplığından mı gelip hazine sandığımdaki yerini almıştın bilemiyorum. Bu yıl elimdeki kitapları okuyup bitirmek istediğim için "hazine sandığım" dediğim kitap kolisiyle pek bir haşır neşirim. Sizlerin de artık okunup kütüphanemdeki yerinizi alma vaktiniz.
İsmine bakarak bir aşk hikâyesi anlattığını düşündüm önce. Ama daha ilk satırlarda "Acaba öyle mi?" sorusu kafamı kurcalamaya başladı. 7. sayfada "1944 yılının Noel akşamı" diye başlayan sözlerin, beni İkinci Dünya Savaşı yıllarına götürdü hemen. Zoltan Pinter'le beni tanıştırman uzun sürmedi zaten. Asker olması, Noel yortusu için beş günlük izinle ailesinin yanına Budapeşte'ye, gelmesi ve bir daha birliğine dönmemekteki kararlılığı bana onun hakkında verdiğin ilk bilgilerdi. Zoltan'ın, arkadaşlarının ve ailesinin hikâyesiydi bana anlatmaya başladığın.
Ruslar tarafından kuşatılmış bir Budapeşte.
Başta savaş geri plandaydı. Beni Zoltanla; aslında maden işçisi olan asker arkadaşı Gazsoyla, mühendislik tahsili yapan kardeşi Gezayla, okul müdürü babasıyla tanıştırdın önce.
Sonra çeşitli vesilelerle Budapeşte sokaklarında dolaşmaya başladık. Kuşatma altındaki bir şehrin gergin havası, ne olacağına dair umarsız bekleyiş beni gerçekten çok etkiledi. Seni dünyaya getiren yazar Ferenc Karinthy'nin tasvirleri o kadar hoştu ki... Savaşın soğukluğuyla şehre çöken hüzün arasındaki tezat beni 1944 yılı Budapeşte'sine götürdü. Kuşatmanın yarattığı tedirginlik, ne olacağına dair belirsizlik, insanların değişikliklere uyum sağlama çabaları beni derinden etkiledi. Olaylar sanki yanı başımda canlanıyordu. Bir anda onların hayatına ben de dâhil olmuştum. Sessiz bir gözlemci gibi yanlarında durmuş onları izliyordum. Onlarla üzülüyor, onlarla acı çekiyordum.
Anlattıklarınla ilgili olarak en çok neler hoşuma gitti biliyor
musun? Savaşın acımasız, haşin yüzü yerine daha insani yönlerine yer vermen.
Öfke, nefret gibi duygular yerine hüzün, çaresizlik ve acıyı ön plana alman. Sığınakta yaşamaya çalışanlar, yiyecekleri gittikçe azalan bir halk, evlerin yıkılması, sokakta güvenli bir şekilde dolaşamamak... Bir kuşatmanın bile bir şehre neler yapabileceğini görmek benim için oldukça çarpıcı ve hüzün vericiydi.
Son bölüme yaklaştıkça bu hüzün artık had safhadaydı. Yıkılmış, viran olmuş bir şehrin tasviri oldukça etkileyiciydi.
Halkın "Gitmek, kaçmak olmaz; burası doğduğumuz, büyüdüğümüz, anılarımızın olduğu topraklar. Yapabileceğimiz bir şey varsa yapmalı yoksa bu topraklarda can vermeliyiz" minvalindeki sözler hikâyenin etkisini daha da bir güçlendirdi sanki. Tüm zorluklara ve korkularına rağmen gösterdikleri kendi topraklarında yaşama azmi...
Sevgili "Budapeşte'de Bahar", sen de favorilerim arasındaki yerini aldın.
Bir ülkenin bağımsızlığının kıymetini bana tekrar hatırlattığın için sana teşekkür ederim. Dilerim yeni baskıların ve değerini bilen okurların olur.
Her zaman "kitap dostları"na seslenirdim; ama bugün nedense sana hitap etmeyi tercih ettim.
Bir kere ismin hoşuma gitti. İçinde "bahar" geçen sözleri severim. Bu "sonbahar" olsa bile; çünkü "bahar" benim için değişimi, umudu, ferahlığı, yenilenmeyi, gelişmeyi çağrıştırır. "Budapeşte'de Bahar" da bu sebeple ilgimi çekti.
Oldukça eski bir kitapsın. Basım tarihin 1978. Seninle ilk buluşmamızı hatırlamıyorum. Sahaflardan mı, aile kitaplığından mı gelip hazine sandığımdaki yerini almıştın bilemiyorum. Bu yıl elimdeki kitapları okuyup bitirmek istediğim için "hazine sandığım" dediğim kitap kolisiyle pek bir haşır neşirim. Sizlerin de artık okunup kütüphanemdeki yerinizi alma vaktiniz.
İsmine bakarak bir aşk hikâyesi anlattığını düşündüm önce. Ama daha ilk satırlarda "Acaba öyle mi?" sorusu kafamı kurcalamaya başladı. 7. sayfada "1944 yılının Noel akşamı" diye başlayan sözlerin, beni İkinci Dünya Savaşı yıllarına götürdü hemen. Zoltan Pinter'le beni tanıştırman uzun sürmedi zaten. Asker olması, Noel yortusu için beş günlük izinle ailesinin yanına Budapeşte'ye, gelmesi ve bir daha birliğine dönmemekteki kararlılığı bana onun hakkında verdiğin ilk bilgilerdi. Zoltan'ın, arkadaşlarının ve ailesinin hikâyesiydi bana anlatmaya başladığın.
Ruslar tarafından kuşatılmış bir Budapeşte.
Başta savaş geri plandaydı. Beni Zoltanla; aslında maden işçisi olan asker arkadaşı Gazsoyla, mühendislik tahsili yapan kardeşi Gezayla, okul müdürü babasıyla tanıştırdın önce.
Sonra çeşitli vesilelerle Budapeşte sokaklarında dolaşmaya başladık. Kuşatma altındaki bir şehrin gergin havası, ne olacağına dair umarsız bekleyiş beni gerçekten çok etkiledi. Seni dünyaya getiren yazar Ferenc Karinthy'nin tasvirleri o kadar hoştu ki... Savaşın soğukluğuyla şehre çöken hüzün arasındaki tezat beni 1944 yılı Budapeşte'sine götürdü. Kuşatmanın yarattığı tedirginlik, ne olacağına dair belirsizlik, insanların değişikliklere uyum sağlama çabaları beni derinden etkiledi. Olaylar sanki yanı başımda canlanıyordu. Bir anda onların hayatına ben de dâhil olmuştum. Sessiz bir gözlemci gibi yanlarında durmuş onları izliyordum. Onlarla üzülüyor, onlarla acı çekiyordum.
Anlattıklarınla ilgili olarak en çok neler hoşuma gitti biliyor
musun? Savaşın acımasız, haşin yüzü yerine daha insani yönlerine yer vermen.
Öfke, nefret gibi duygular yerine hüzün, çaresizlik ve acıyı ön plana alman. Sığınakta yaşamaya çalışanlar, yiyecekleri gittikçe azalan bir halk, evlerin yıkılması, sokakta güvenli bir şekilde dolaşamamak... Bir kuşatmanın bile bir şehre neler yapabileceğini görmek benim için oldukça çarpıcı ve hüzün vericiydi.
Son bölüme yaklaştıkça bu hüzün artık had safhadaydı. Yıkılmış, viran olmuş bir şehrin tasviri oldukça etkileyiciydi.
Halkın "Gitmek, kaçmak olmaz; burası doğduğumuz, büyüdüğümüz, anılarımızın olduğu topraklar. Yapabileceğimiz bir şey varsa yapmalı yoksa bu topraklarda can vermeliyiz" minvalindeki sözler hikâyenin etkisini daha da bir güçlendirdi sanki. Tüm zorluklara ve korkularına rağmen gösterdikleri kendi topraklarında yaşama azmi...
Sevgili "Budapeşte'de Bahar", sen de favorilerim arasındaki yerini aldın.
Bir ülkenin bağımsızlığının kıymetini bana tekrar hatırlattığın için sana teşekkür ederim. Dilerim yeni baskıların ve değerini bilen okurların olur.
*
* * * *
Okur Kitlesi
Savaş yıllarını anlatan kitaplardan hoşlananlar, edebiyatı sevenler, hüzün dolu bir hikâyeye eşlik etmek isteyenler kitabı ilgiyle okuyabilirler.
*
* * * *
Kitap Hakkında Kim Ne Demiş?
Eski bir kitap olduğu ve sanırım yeni baskısı da bulunmadığı için internette kitapla ilgili bir yoruma rastlamadım.
*
* * * *
Kitaptan Alıntılar
s.7
“1944
yılının Noel akşamı.
Budapeşte çevresindeki çember kenetlenmiş, kentin dış dünya ile bağlantısı tümden kesilmişti artık. Haftalar önce Budapeşte’nin güneyinden yaklaşarak, Tuna nehrini aşan Sovyet birlikleri, kuzeyden sokulanlarla Estergon’da buluşmuşlardı. Kent çepeçevre kuşatılmıştı. İşte bu çember içinde sıkışıp kalan Budapeşteliler buna tam yedi hafta dayanmak zorunda kaldılar.
Kentin içindeki Alman birlikleri bu çemberi bir an için aralayabilmenin üstesinden gelmişlerse de, yine Budapeşte’ye dönmeyi başaramamışlardı. Kentin içinde yüz seksen bin Alman ve Macar askeri kapana sıkıştırılmıştı. Çeşitli savunma yöntemleri tasarlamaktan başka ellerinden ne gelirdi ki?..”
Budapeşte çevresindeki çember kenetlenmiş, kentin dış dünya ile bağlantısı tümden kesilmişti artık. Haftalar önce Budapeşte’nin güneyinden yaklaşarak, Tuna nehrini aşan Sovyet birlikleri, kuzeyden sokulanlarla Estergon’da buluşmuşlardı. Kent çepeçevre kuşatılmıştı. İşte bu çember içinde sıkışıp kalan Budapeşteliler buna tam yedi hafta dayanmak zorunda kaldılar.
Kentin içindeki Alman birlikleri bu çemberi bir an için aralayabilmenin üstesinden gelmişlerse de, yine Budapeşte’ye dönmeyi başaramamışlardı. Kentin içinde yüz seksen bin Alman ve Macar askeri kapana sıkıştırılmıştı. Çeşitli savunma yöntemleri tasarlamaktan başka ellerinden ne gelirdi ki?..”
*
* * * *
s.8
“Kapkara
perdelerin arkasında Noel yortusunun son hazırlıklarını yapmaktaydı
Budapeşteliler. Tuna’nın Kraliçesi diye anılan Budapeşte daha bugüne dek
böylesine hüzün verici, böylesine ürkek bir yortu yaşamamıştı.”
*
* * * *
s.118
“«Oğlum,
evladım,» dedi. «Sen okumuş bir gence benziyorsun, bütün bu çektiklerimiz ne
zaman bir son bulacak, ha? İyi, anladık, Almanlarla Ruslar tepemizde çarpışıyor
ama onlar savaşacak başka bir yer bulamadılar mı?... »”
*
* * * *
s.119
“Benim
bildiğim savaş yürekli insan işidir… ne çare ki bizleri yem diye düşmanın önüne
attılar, evet yem diye! Zaman kazanmak için.”
*
* * * *
s.130
“Az
sonra cam kırıkları arasından sokağa çıkınca, bir şeker de Zuzika’ya verdiler.
Acele ağzına attı küçük kız şekeri. Birkaç tane de kızın paltosunun cebine
koyuverdiler.
«İstersen cebine koyduklarını da ye,» dedi Zoltan.
«Olmaz,» diye karşı koydu Zuzika, «onları yarın yerim.»
Hangi yaşam koşulları bu kadarcık bir yavrunun böylesine düşünceli olmasını gerektirebilirdi?”
«İstersen cebine koyduklarını da ye,» dedi Zoltan.
«Olmaz,» diye karşı koydu Zuzika, «onları yarın yerim.»
Hangi yaşam koşulları bu kadarcık bir yavrunun böylesine düşünceli olmasını gerektirebilirdi?”
*
* * * *
s.157
“Akşama dek
sürdü o gün ölüm saçan savaş sesleri. Binada oturan kiracıların çoğunluğu
sığınağa yerleşmişti. Koch’ların dairesindeki beş kişi oldukları yerde kalmayı
yeğ bulanlardandı. Aldırmıyorlardı artık tepeden inen bombalara. Rastlantının
geçerli olduğu bu günlerde, tüm duygular körelmiş, yerini bir umursamazlık
almıştı. Yaşam sürüp gidiyordu. Kadınlar gene yemek pişiriyorlar, çamaşır
yıkıyorlar, dedikodu bile yapıyorlardı. Zoltan ile Gazso eskisi gibi alt kattan
odun ve su taşıyorlar, patates ayıklıyorlardı.”
*
* * * *
s.242
“Zoltan
zangır zangır titriyordu. Bu ölüm kalım sınavına dayanacak kadar güçlü değildi
sinir sistemi. Hiçbir şey görmemek, hiçbir şey duymamak için kolları arasına
aldı başını. Birkaç adım ötesine düşüyordu bombalar. Buz gibi toprak, kar, toz
ve küçük küçük taşlar çok geçmeden delikanlıların üzerini örttü. Bütün bunları
yaşamaktansa, bir an önce ölmeyi yeğliyordu Zoltan. Dayanılır gibi değildi.
Ölüm, kurtuluştu.”
*
* * * *
s.271
“Zoltan’ın
içi boşalmıştı sanki, tüm duyguları donuklaşmıştı. Taşların, yıkıntıların
arasından ayaklarını sürerek ilerliyordu. Hiçbir şeyden korkmadığı gibi hiçbir
şey de umut etmiyordu.”
*
* * * *
s.295
“Özellikle
sen Varkony, kaç kitap okudun bugüne dek? O kadar derin bilgisi vardır ki,
düşündükçe insanın başı döner. Ama ne çare ki bu bildiklerin sende kaldıkça,
ölü bilgi sayılır, kimse bundan yararlanamaz.”
*
* * * *
s.302
“Hani
neredeydiler avaz avaz nutuk atanlar? Göğüslerine vura vura alanlarda halkın
kafasını çelmek isteyenler?.. Elbette ki tam zamanında kaçmasını bilmiştir
onlar. Kimbilir dünyanın hangi sakin köşesinde keyif çatmaktaydılar…
Arkalarında bıraktıklarıysa işte şu yerle bir edilmiş güzelim kent, yıkıntıların
bodrumlarında yaşayan, paçavralara sarılmış, ölülerinin arkasından yas tutan
yoksul halk, sakat kalmış erkekler, dövünen kadınlar ve çocukluklarının tadını
çıkartamayan yavrulardı…”
▬ ▬ ▬