ESİR ŞEHRİN İNSANLARI (Kemal TAHİR)
Yaklaşık sekiz ay önceydi. 11. sınıf öğrencilerimle edebiyat
dersi için performans çalışması hazırlıyorduk. Bu çalışmadan ve sonucundan daha
önce sizlere söz etmiştim. Merak edenler için: “kitap performans ödevi”
Dördüncü bölümün başında tarih 16 Mart 1920. İstanbul İngilizler
tarafından işgal edilmiştir.
İşte o dönemde öğrencilerle okuduğumuz kitaplar hakkında sohbet ederek
işe başlamıştık. Öğrencilerimden biri Ahmet Ümit’in “Elveda Güzel Vatanım” adlı
kitabını tavsiye etmiş ve bana ödünç olarak vermişti. Bir diğer öğrencim ise
Kemal Tahir’in “Esir Şehrin İnsanları” kitabı hakkındaki fikrimi sordu. Henüz
okumadığımı belirttim. Ablası ve babası okumuş; çok methetmişler. Bu sebeple
kendisi de merak etmiş, kararsız kaldığı için de bana danışmak istemiş. Ben de
meraklanmıştım. Ertesi gün kitabı bana getirdi. “Siz benden daha
çabuk okursunuz. Önce siz okuyun. Ben de sonra okurum.” Böylelikle aşağı yukarı aynı dönemin anlatıldığı iki kitabı aynı zamanda okumuş oldum. Ahmet Ümit’in
kitabıyla ilgili düşüncelerimi merak ediyorsanız “Elveda Güzel Vatanım”.
Beyazıt Okçularbaşı caddesi - 1930'lu yıllar |
Gelelim “Esir Şehrin İnsanları”na. Kitap aslında bir üçlemenin
ilk kitabı “Esir Şehir Üçlemesi”.
Kendi içinde de bölümlere ayrılan kitap “Esir
İstanbul”la başlıyor. 1900’lü yılların başındayız. Kamil Bey Abdülhamit’in
zengin vezirlerinden Selim Paşa’nın tek çocuğu. Genç yaşında büyük bir mirasa
konmuş. Kültürlü, bilgili, alçakgönüllü, ihtiyatlı biri. Paşa kızı Nermin
Hanım’la evli. Nermin hamile.
“Birinin
sözü öbürünü tutmuyor, en güvenilir dostlar, dün söylediklerini bugün
unutuyordu. Savaşı kazananlar yediden yetmişe, talandan en büyük payı kapma
hırsındaydılar. Herkesin gözleri dönmüş, savaş öncesinin kibarlığı, sanki
ölenlerle beraber göçüp gitmişti.”
*
* * * *
Kahramanların ve dönemin tanıtımından sonra hikaye
hareketlenmeye başlıyor. Nermin babasının ölümüyle yoksulluk ve zorluklarla karşılaşır. Alacaklılar yüzünden evi boşaltırlar. Bu arada kızları
altı yaşına gelmiştir. Kamil Bey ailesiyle Nermin’in İstanbul’daki halasının evine
taşınır.
“Hiçbir
memleket, aydınlarının, soylularının, devlet adamlarının topundan bir anda
vazgeçemez. Geçmeye kalkarsa kıyamet kopar. Ayak takımı kısa zamanda yer
birbirini… Gorki’yi bilirsiniz. Bolşevik yazarlardandı. Geçen hafta karısıyla
beraber kurşuna dizmişler herifi Bolşevikler…
– Bolşevik
yazarsa, Bolşevikler neden kurşuna dizsin?
– Ayak takımına yaranılmaz da ondan… Anlaşamazsınız. Çünkü iyilikle kötülüğü
ayırt edemezler.”
*
* * * *
“Yoksul
insanların varlıklılarla neden aynı olaylar karşısında aynı düşüncede, duyguda,
davranışta olamayacaklarını şimdi daha iyi anlıyordu. Yoksulluk umut kırıcıydı.
‘Umudunu yitiren her şeyi yitirmiş olur’ sözü doğru ise yoksulların duyacakları
bunaltının hele çok sürer, hele başkalarının sorumlulukları da binerse ne kadar
dayanılmaz hale geleceğini şimdi, bu eski arabanın diş gıcırtılarına benzeyen
sesleriyle sarsılırken gerçekten anlıyordu.”
Beyoğlu - 1930'lar... Fotoğraf : Selahattin Giz |
*
* * * *
Kamil Bey bir gün komşusunun kapısını çalar. Karşısına çıkan kişi cüppeli, sakallı Kadiri dervişi Fuat Mahir Paşa'dır. Kamil Bey’le eskiden
tanışmaktadırlar. Ancak köprünün altından çok sular geçmiş, Fuat Paşa neredeyse
bambaşka biri olmuştur. Kamil Bey’e modern yaşantısından vazgeçip nasıl derviş
olduğunu anlatır.
Kitabın bu bölümünden itibaren artık İstanbul ve ahalisi
gözümüzde şekillenmeye başlıyor. Nermin’in ailesi o günün sosyetesini; Fuat
Mahir ise tarikatları, dini inançları yansıtıyor.
“Bizde
tarikatlar 100’e yakındır, bunların ayrıca yüzü aşkın şubeleri vardır. Yalnız
bizde böyle değil bu… Hıristiyanlıkta, Musevilikte, yetmiş beşe yakındır
tarikatlar.. Bunları, gireceğim yolu seçmeye çabalarken okudum biraz… Şunu
gördüm. Araplar mezhep kurucusudurlar. Biz Türkler tarikat kurucusuyuz. Arap
mezhepleri Sufiliğe, Türk tarikatları tasavvufa dayanır. Tasavvufa göre dünyada
her şeyden önce güzellik vardı. İbadet bu güzelliğe tutkunluktur. Bu sebeple
Türk’ün bağlanacağı inanç, Allah korkusundan değil, Allah sevgisinden gelir.
Okudukça tasavvufun yalnız Türk’e mahsus bir yol olduğunu anladım. Türk
illerinde doğmuş, Anadolu’da gelişmiştir. Türk tasavvufu şamanlıkla İslamlığın
karışımıdır. Buna biraz da yeni Platonculuk katılmış Roma Anadolu’sundan
kalıntı… Daha doğrusu Stoisizm… Anadolu’ya Şeyh Ahmet Yesevi adına halifeleri
yaymıştır tasavvufu…”
*
* * * *
“Öyle
bir cıvık geçit geçiliyordu ki herkes her şeyi, hatta düşmanla işbirliğini bile
vatan için yaptığını söylüyordu.”
İstanbul, Moda - 1930'lar |
Dört, beş ve altıncı bölümlerde romana yeni isimler
katılıyor. Dolayısıyla hikâye çeşitlenmeye başlıyor. Romandaki her karakterin
bir işlevi var. Her biri İstanbul’un farklı kesiminden bir insanı tanıtıyor bize.
Örneğin İhsan Kuva-yi Milliye taraftarlarının durumunu yansıtırken, eşi Nedime
ile o günün aydın kadınları ve yaşayışları üzerine fikir sahibi oluyoruz.
Karadayı sayesinde Bab-ı Âli ve dönemin gazetecilik anlayışı hakkında bilgi ediniyoruz.
*
* * * *
“Kamil
Bey, davacısına beddua eden cadalozla avukatına çıkışan orta yaşlı erkeği,
sıtma görmemiş sesiyle kasılan mübaşiri, annesini kaybettiğini sanıp avaz avaz
ağlayan çocuğu aynı zamanda duyarak, baş dönmesine benzeyen bir sersemliğe
düşmüştü.
Burada on dakika dolaşmak, temelleri birkaç yüzyıldır çatırdayan kocaman
bir imparatorluğun neden çöktüğünü insana anlatabilirdi. Bir devletin, devrini
tamamladığı, adaletinin bu halinden belliydi. Burası, karmakarışık, yırtık
pırtık, mahvolmuş bir adaletin süründüğü ‘antika’ bir yerdi.”
*
* * * *
“Halka,
bu harbin eskilere, mesela 93 Harbi’ne, Balkan Harbi’ne, seferberliğe
benzemeyen bir başka boğuşma olduğunu anlatmalıyız! Bir başka harptir bu…
Kadını, erkeği, çocuğuyla yapılması gerek, bir vatan, millet harbi… Bunu hem
yapmaya hem de kazanmaya mecburuz.”
Nakiye Elgün Taksim Meydanı'nda Çocuk Hakları Bildirgesi okuyor, 1930 |
*
* * * *
“Fırsat
verilse, memleketi, hatta bütün dünyayı birkaç günde düzeltecek fikirler ileri
sürdükleri halde, kravatlarını düzeltmekten güçsüzdürler. İlk tanışmada, ilk
işleri kirpi gibi dikenlerini uzatmak, atıp tutmak, kişiliklerini olduğundan
çok daha değerli göstermeye çabalamaktı.”
*
* * * *
“Kamil
Bey, bıyıklarına rağmen erkek elbisesi giymiş sevimli bir kocakarıya benzeyen
Hüseyin Rahmi’yi, nazır olduğu halde, kundurasının bağlarında birkaç düğüm
bulunan Rıza Tevfik’i, yazdığı anılarındaki çekingen, pısırık çocukla hiçbir
ilintisi bulunmayan babacan Ahmet Rasim’i de tanıdı.”
Yedinci bölümde Nedime’nin Nermin’i ziyaretiyle “kadının
toplumdaki yeri” konusuna değinilmiş. Sohbete katılan Kamil Bey’de bir erkek
gözüyle düşüncelerini aktarmakta. Kamil Bey’in kültürlü biri olduğundan başta
söz etmiştim. Yine bu bölümde Kamil Bey’in yaptığı resimlerden yola çıkılarak dönemin
sanat anlayışına yer veriliyor.
*
* * * *
“Kamil
Bey, düşünür gibi konuştu:
— Yahut da, bizim millet acıya
alışmış. Biz hepimiz bahtsızlığa o kadar alışmışız ki, sevinç anormal geliyor.
Bilmez misiniz, bizde yüksek sesle gülmek ayıpların başında sayılır. Hele
çocuklar için… Sonra hocalar bize cennetin sevinçleri yerine durmadan cehennemin
işkencelerini belki de bu sebeple anlatırlar…”
*
* * * *
Kamil Bey Padişaha hainlik ve Kuva-yi Milliye’ye yardım sebebiyle
yakalanır. Kendisi artık hapistedir. Hapiste günleri nasıl geçecektir,
karısıyla ilişkisi bu durumdan nasıl etkilenecektir? Soruların cevabı ikinci
kitap “Esir Şehrin Mahpusu”nda.
“Yabancıların
ne düşündüğü bizi hiç ilgilendirmez. Onlar ‘Tavşana kaç, tazıya tut’ derler.
Kârlarından başka bir şeye bakmazlar.”
*
* * * *
“O zaman
bu işi, vatan uğruna İttihatçılar yapmışlardı, şimdi de tabii gene vatan uğruna
İtilafçılar yapıyor.”
*
* * * *
“Aç
kalmak ihtimalini unutarak karısının, bu fedakârlığı yapacak kadar kendisini
sevip sevmediğini araştırdı. Evlendiklerinden beri, ikisi de, hiçbir önemli
konuda karşılıklı fedakârlık fırsatı bulamamışlardı. Bolluk içinde, telaşsız
bir ömür böyle denemeleri gerekli kılmıyordu. Bu sebeple sevgileri kitaplarda
yazıldığı gibi çetrefil tehlikelerle hiç karşılaşmamış, ikisini de uğrunda
tekrar tekrar boğuşmak zorunda bırakmamıştı.”
*
* * * *
“Kamil
Bey eskiden beri başkasının sefaletine bakarak haline şükredenlerden
iğrenirdi.”
*
* * * *
“Ormanın
yırtıcılarında yırtıcılık, açlığı giderene kadarmış. İnsanlar arasındaki
yırtıcılık, - ekmeğe, kadına, hatta yaşamaya dahi – tıka basa doymuş olsalar
yine sürüyor.”
▬ ▬ ▬