BİR DİNOZORUN GEZİLERİ (Mîna URGAN)
Çok okuyan mı bilir çok gezen mi? Herhalde en iyisi anlayarak okumak; görerek, öğrenerek gezmek. Anılardan sonra Mîna Urgan’ın yaşamıyla ilgili ikinci kitap: “Bir Dinozorun Gezileri”
“Küçük mutluluklar,
ağır hastalıklarda tüm antibiyotiklerden daha etkileyici bir ilaçtır. Ateşler
içinde tifodan yatarken, güzel çakıl taşlarına merakımı bilen Sevgi, yakın
arkadaşım olmadığı halde, Podima kıyısında özenle seçip topladığı çakıl
taşlarını cilalayarak küçük bir torbaya koyup bana armağan etmek inceliğini
göstermişti. O güzel taşları yanan alnıma, şakaklarıma sürünce, gözkapaklarımın
üstüne koyunca, ateşim sanki düşmüş gibi, nasıl rahatladığımı hiç unutamam.”
*
* * * *
“Kör
olmayalım, sağır olmayalım doğaya.”
*
* * * *
“Büfeli
yemek verenler beni çağırmamaya başladılar. Çok da hakları vardı. Çünkü
‘tabakları elimde tutarak, öyle ayakta yiyemem ben’ derdim ve büfeye bir
iskemle çekip oturur, masadaki yemeklerin neredeyse yarısını bitiriverirdim.”
*
* * * *
“İyi yüzen
annem Şefika, bir bebeğin korkmazsa boğulmayacağını bilirdi. Çünkü bebeklerin
doğal ortamı sudur. Ceninler su içinde yaşar dokuz ay. Bir dergide, tüy gibi
saçları kafalarına yapışmış, yüzleri gözleri ıslak, keyifle yüzen altı yedi
aylık bebeklerin fotoğraflarını görmüştüm. Onları korkutan su değil, suyun
soğukluğuymuş meğer. Eğer su beden ısısındaysa bütün canlılar gibi, onlar da
rahat rahat yüzerlermiş. Her beden suyun üstünde kalabildiğine göre, insanın
boğulmasının nedeni su değil, korkudur.”
*
* * * *
“Dostlarım,
o tatil köylerinin her şey önceden düzenlendiği, her şey hazır olduğu, her şey
aynı mekânda bulunduğu için, daha ‘rahat’ olduğunu söylediler bana. Ne yazık
ki, insanların düş gücü eksildiği, kafaları uyuştuğu için, öyle bir hale
geldiler ki, ‘rahat’ uğruna, yaşamın değişik yanlarından, renkliliğinden,
rastlantılarından, yani yaşamı yaşamaya değer yapan her şeyden vazgeçmeye
hazırlar artık.”
*
* * * *
“İlk
mavi yolculardan biri olduğum halde ‘Mavi Yolculuk’ deyiminden hoşlanmaz hale
geldim. Çünkü ‘Mavi Yolculuk’ lafı, önce entel züppelerin, sonra da herkesin
diline düştü. Artık darbukalı turistler bile toplanıp, darbukalı mavi
yolculuklar düzenliyorlar kendi aralarında.
Oysa ilk mavi yolcular, Sabahattin Eyüboğlu’nun özenle seçtiği, çoğu genç aydınlardı. Sadece gezmek tozmak için değil, Ege ve Akdeniz uygarlıklarının kalıntıları konusunda bilgi edinmek ve bu arada o güzel kıyıları kendi gözleriyle görmek için katılınırdı bu gezilere. Teknemiz yüzen bir seminere dönüşürdü kimi zaman.”
Oysa ilk mavi yolcular, Sabahattin Eyüboğlu’nun özenle seçtiği, çoğu genç aydınlardı. Sadece gezmek tozmak için değil, Ege ve Akdeniz uygarlıklarının kalıntıları konusunda bilgi edinmek ve bu arada o güzel kıyıları kendi gözleriyle görmek için katılınırdı bu gezilere. Teknemiz yüzen bir seminere dönüşürdü kimi zaman.”
*
* * * *
“Ege denizinden
Akdeniz’e geçtiğimizi, haritalardan değil, suyun renginin değişmesinden; çok
koyu, nerdeyse lacivert diyebileceğimiz bir maviye dönüşmesinden anlardım.”
*
* * * *
“İç
turizm denilen olay, ancak 1970’li yıllarda başladı. Kent ve çevresinde artık
denize giremeyince, İstanbullular, Bodrum’a, Marmaris’e Antalya’ya filan tatile
gittiler. İstanbul’dan uzak ikinci bir ev sahibi olmak ve devre mülk modası
başladı. Ne var ki çoğunun, tatillerini geçirdikleri yerlerin güzelliğini
gerçekten kavrayabildiği konusunda kuşkularım var. Çünkü bizlerin başlıca iki
kusurundan biri yaşama sevincinden yoksun olmamızsa, ikincisi de doğa
sevgisinden yoksun olmamızdır bence.”
*
* * * *
*
* * * *
“İngiliz
köylerinin, bizim köylerimizle uzaktan yakından hiçbir benzerliği yoktur.
Onların cottage yani köy evi
dedikleri; çiçekli çimenli bahçeleri olan güzel taş evlerini, küçük birer villa
sayarız bizler. Avrupa’da bildiğimiz anlamda köylüsü olmayan tek ülkedir İngiltere.
Hatta peasant yani köylü sözcüğü asla
kullanılmaz orada. Tarım işleriyle uğraşanlara farmer yani çiftçi derler.
Bu çiftçiler, yoksul sınıfa değil, orta sınıfın alt tabakasına bağlıdır. Orta
sınıfın üst tabakasından gelen daha varlıklı çiftçilere de gentleman farmer derler.”
*
* * * *
“Yılbaşlarında,
doğum günlerinde falan, yani tarihi önceden bilinen, özenle organize edilen
toplantılarda, insan gerçekten eğlenemez genellikle. ‘Buraya eğlenmek için
geldiğime göre, mutlaka eğlenmek zorundayım’ düşüncesi bile, sahiden
eğlenmenizi engellemeye yeter.”
*
* * * *
“Geçmiş
için hayıflanmak, ‘şunu neden yapamadım, bunu neden yapamadım’ diye ah vah
etmek hiç huyum değildir. Ama şunu söylemeliyim ki, kırk yaşındayken
Cambridge’i ilk gördüğümde, ‘yirmi yaşındayken neden burada okuyamadım’ diye
fena halde ah vah ettim.”
*
* * * *
“Venedik’in
bu büyüleyici güzelliğinin dünyada hiçbir başka yere benzememesinden mi
kaynaklanıyor acaba diye düşündüğüm olmuştur. Dünyanın hangi kenti dört
kilometrelik bir köprüyle karaya bağlıdır? Dünyanın hangi kenti Laguna’ya
serpilmiş üç yüz adacık üzerine kurulmuştur? Dünyanın hangi kentinde o
adacıkları birbirine bağlayan üç yüze yakın irili ufaklı köprü vardır? Dünyanın
hangi kenti trafiğe tümüyle kapalıdır? Dünyanın hangi kenti mimarinin ve resim
sanatının başyapıtlarıyla böylesine tıklım tıklım dolu bir müzedir?”
*
* * * *
“Yedi
tepeli İstanbulumuz yamyassı bir kent kalır San Fransisco’nun yanında; çünkü
yedi değil, kırk üç tepe varmış orada ve çoğu dimdik. Lombard Street örneğin
öyle dik ve öyle dönemeçli ki, bir sağa bir sola savrularak, otomobille oradan
aşağı inerken, bir lunaparkta raylar üstünde kayan küçük bir arabayla, heyecan
verici bir iniş yaptığınızı sanırsınız.”
▬ ▬
▬