ATATÜRK (Andrew MANGO)

Andrew Mango’nun bir kitabı: Bir asker, bir komutan, bir lider; bir evlat, bir vatansever, bir insan... “Atatürk Tabulaştırmadan sevmek, sevmekten önce anlayabilmek için.

“Atatürk’ün yaşam öyküsünde gerçekleri ve efsaneleri birbirinden ayırt etmek çok zordur ve bir bakıma Atatürk kendi efsanesini kendi yazmıştır.”



                                               * * * * *

“Atatürk’ün, orta sınıfın alt katmanlarına mensup babası Ali Rıza Efendi, küçük bir devlet memuru idi. Ali Rıza’nın babası Ahmet ise Hafız Ahmet olarak tanınıyordu. ‘Hafız’ unvanı, Kuran’ı ezbere bildiğini gösterirken, oğlunun da kullandığı ‘Efendi’ unvanı her ikisinin de eğitimli olduğuna işaret ediyordu.”

                                               * * * * *

“Atatürk’ün geniş anlamdaki ailesinin genç kuşağı gibi, Avrupa’da tehdit altındaki topraklarda yaşayan Türk ailelerin çoğu da çocuklarının geleceklerinin askerlik mesleğinde olduğunu anlamışlardı. Yaptıkları seçimin nedeni Kaymak Hafızın elinin ağır oluşu ya da üniformaların çekiciliği değildi. İlerleme hırsı, kendine yeterli olma ve vatanseverlik duygusu hepsine aynı yolu işaret etmişti. Daha sonraki meslek yaşamında olduğu gibi çocukluğunda da Atatürk yaptığı seçimlerde yalnız değildi. Ama yetenekleri kendine özgüydü.”

                                               * * * * *

“Annesi çok dindar olduğundan yıllarca dinin emrettiklerinin uygulandığı bir evde yaşamış, sofuluk dilini kullanmayı öğrenmişti. Resmi, Sünni, İslam ayinlerini yerine getirdiği gibi tatillerde gittiği Selanik’te Mevlevi dervişlerinin törenlerini izlemiş ve hatta aralarına katılarak “Hu!” çekmişti. Ama aynı tatil süresince dans dersleri almış ve vals yapmasını öğrenmişti. Eğer gerçekten dervişlerin törenlerine katıldıysa bile, bu deneyimden fazla etkilendiği söylenemez.”



                                               * * * * *

“Yıllar sonra Atatürk İstanbul’da gençlik maceralarını yaşadığı yerleri ziyaret etmek istemişti. Ama eski kafeler ve lokantalar var olmadığı gibi, geçmiş de tekrar yaşanamıyordu.”

                                               * * * * *

“18 Aralıkta yoğun bir kar fırtınası altında 80.000 Osmanlı askeri saldırıya geçti. Askerlere küçük sınır kasabası Sarıkamış’taki Rus birliğini kuşatma emri verilmişti. Bunu başarabilmek için 3000 metre yüksekliğindeki sıradağları, eksi 26 derecelik soğukta geçmek zorundaydılar. Sıradağların adı olan Allahüekber, Müslüman savaşçıların geleneksel savaş çığlıklarını çağrıştırıyordu. Askerlerin cesareti felaketi önlemeye yetmedi. Kötü hazırlanmış giyimleri ve beslenmeleri yetersiz askerlerin binlercesi soğuktan donarak öldü. Hayatta kalanlarını Ruslar Sarıkamış çevresinde imha ettiler. 80.000 askerden yalnızca 10.000 kadarı Osmanlı topraklarına geri dönebildi ve onlar da tifüs salgının da yaşamlarını yitirdiler.”

                                               * * * * *

“Conkbayırına karşı saldırıyı Mustafa Kemal bizzat yönetmişti. Daha sonraları, ‘Bütün insanlar, bütün yaratıklar yorgunluğa kapılır. Ama insanların dinlenmeden devam etmelerini sağlayan bir beyin gücü vardır’ diyecekti.”

                                               * * * * *

“Bir kez daha Türkiye’deki kadınların durumunu yorumluyordu. 6 Temmuz’da günlüğüne, ‘Özetle sonuç şudur ki, kadın konusunda cesur olalım. Vesveseyi bırakalım. Onların beyinlerini ciddi bilim ve fenlerle süsleyelim. İffeti, fenni sağlıklı bir surette izah edelim. Şeref ve haysiyet sahibi olmalarına birinci derecede önem verelim.’ diye yazdı.

                                               * * * * *

“37 yaşındaydı ve rütbesi hala tuğgeneraldi. Ama Türk komutanları arasında profesyonel ünü çoktan yayılmıştı. Onu, birlikte çalışılması zor bir insan olarak tanıdıkları bir gerçekti. Hırslı ve inatçıydı. Güçlü siyasi görüşleri vardı ve istediğini elde etmek için politik davranabiliyordu. En iyiyi kendisinin bildiğine inanıyordu. Sağduyusu güçlü olduğundan bu inancında çoğu kez haklıydı ve sağduyu kendi kendini parçalamış bir dünyada ender bulunan bir nitelikti.”

                                               * * * * *

“Mustafa Kemal her zaman kendi adamlarını seçmek için ısrar etmiş ve onlardan sorgusuz sualsiz sadakat beklemişti. Gerçi itirazları daima dinlerdi ama bir kez kararını verince, vefasızlık olarak yorumladığı muhalefete tahammül edemezdi.”

                                               * * * * *

“Mustafa Kemal 1924’te, ‘Ahmak düşman buraya gelmesiydi, belki bütün memleket gaflette puyan kalırdı.’ diyecekti. [Eğer düşman aptallık ederek buraya gelmeseydi, bütün ülke hiç dikkat etmeden uyumayı sürdürecekti.]”

                                               * * * * *

“İstanbul’un rahatlığı milliyetçilerin bir kısmının ateşini söndürmüştü. Mustafa Kemal de rahatı seviyordu ama inanılmaz hırsı ve kendi kaderini ülkesinin kaderiyle birleştirmesi, Anadolu’nun zorlu yaşamını seçmesine neden olmuştu. Rahatı yeğleyip de ulusal çıkarları öne sürerek kendilerini haklı göstermeye çalışanlara yakınlık duymuyordu.”


Samsun Lisesinde tarih dersi, 26 Kasım 1930

                                               * * * * *

“1935 yılından bu yana 19 Mayıs Türkiye’de ulusal bir bayram olarak kutlanmaktadır. Yaygın inanışa göre bu tarih, İstiklal Savaşının başlangıcıdır. Aslında yabancıların yayılmasına karşın direniş hareketleri, 30 Ekim 1918’de ateşkesin imzalanmasının hemen ardından münferit biçimde başlamıştı. Ama 19 Mayıs 1919 günü Mustafa Kemal, Türk direnişinin birbirinden farklı unsurlarını kendi liderliği altında toplama kampanyasını başlattı.”

                                               * * * * *

“Mustafa Kemal zincirleme sigara ve sayısız kahve içiyordu. Ankara’da Mustafa Kemal’e katılmış olan milliyetçi vekillerden Rıza Nur, sürgüne gönderildiği Fransa’da onu, çok fazla içmekle suçluyordu. Eğer çok içseydi herhalde bu kadar etkin biçimde çalışamazdı. Ülkenin her tarafında görülen sıtmanın belirtisi olarak Mustafa Kemal de sık sık ateşlendiği için askeri doktoru Refik [Saydam] yanından hiç ayrılmıyordu.”

                                               * * * * *

“Birkaç yerel aşiret ağalığının dışında, Türk toplumunda kalıtsal aristokrasi geleneği yoktu – toplumun sosyolojik yapısı eşitliğe yönelikti. Yönetici seçkinlerin arasına girmenin yolu, her zaman eğitim olmuştur. Yeni, Batılı öğretilerle eğitilmiş insanların sayısı az olduğundan, bu kişiler önlerine çıkan bütün işlerle uğraşmak zorundaydılar. Sonuç olarak da çoğu, kendisinin vazgeçilmez olduğuna inanıyordu. Ülkedeki asker politikacıların sayısı yeterinden fazlaydı. Ayrıca kendilerini politika ve diplomasi konularında uzman olarak gören avukatların, doktorların, dişçilerin ve veterinerlerin sayısı hiç de az değildi. İşte Mustafa Kemal bu her şeyi bilen, kavgacı, inatçı, eşitlikçi kitleyi yönetmek zorundaydı. İnsanların arasından yalnızca yetenekli değil aynı zamanda kendi liderliğine boyun eğecek olanları bulmak zorundaydı.”

                                               * * * * *

“Mustafa Kemal 16 Temmuzda Ankara’daki öğretmenler kongresinin açılışında yaptığı konuşmada, aklından geçenleri açıkladı. Yeni yetişen kuşağın güçlü bir düzen ve disiplin duygusuna sahip olması gerektiğini bildirdi. Edinilecek kültür, eski batıl inançları kapsamamalı ve ‘yabancı fikirlerden, şarktan ve garptan gelebilen bilcümle tesirlerden tamamen uzak, seciyei milliye ve tarihiyemizle mütenasip’ olmalıydı.”

                                               * * * * *

“Hiç kimse Mustafa Kemal’in her zaman kendisinin efendisi olacağından kuşku duymuyordu; soru, halkın efendisinin kim olacağı idi. 1 Mart 1922 günü meclisin üçüncü yasama dönemini açarken yaptığı konuşmada, ‘Türkiye’nin sahibi ve efendisi, hakiki müstahsil olan köylüdür demişti. Mustafa Kemal’in mutlak yönetimi döneminde, hayranlık duyulacak bu sözler birçok kez tekrarlanacaktı.”

                                               * * * * *

“Mustafa Kemal İzmir’de kalıp kazandığı zaferin tadını çıkardı. 13 Eylülde kenti saran yangın kaldığı evi tehdit edince, körfezin güneyinde Göztepe semtinde deniz kenarında bir köşke taşındı. Köşkün sahibi Muammmer Uşakizade (sonra Uşaklıgil) zengin ve iyi aileden gelme bir tüccardı ve yeğeni olan Halit Ziya, Büyük Savaş öncesinde Sultan V. Mehmet’in başkâtibi olarak görev yapmıştı. Yunanlılar İzmir’i işgal edince, Muammer Bey durumun sakinleşmesini beklemek üzere ailesiyle birlikte Fransa’ya gitmişti. 24 yaşındaki en büyük kızı Latife ise, Sakarya zaferinden sonra Fransa’da sürdürdüğü hukuk eğitimini yarıda bırakıp İzmir’e dönmüş ve ailesinin köşkünde büyükannesiyle birlikte yaşıyordu.”


Latife Hanım'ın ailesi ile birlikte, 7 Temmuz 1923

                                               * * * * *

“Anayasaya eklenen iki yeni maddeyle İslamiyet resmi din ve Türkçe resmi dil olarak belirtiliyordu. Mustafa Kemal daha sonraları resmi dinden söz etmenin ‘lüzumsuz’ olduğunu ama o tarihte taktik açısından gerekli bulunduğunu açıklayacaktı.”

                                               * * * * *

“Köken ve kendine seçtiği yön olarak batılı olan Mustafa Kemal, Kürtlerin daha sonraları ‘inkâr politikası’ olarak adlandıracakları ayrı bir Kürt halkının varlığını kabul etmeme görüşünü destekledi. Mustafa Kemal’in tarafını tutan ya da karşı çıkan çağdaşlaşma yanlısı Türk milliyetçileri arasında bu konuda hiçbir tartışma olmadı. Onların ideali, Fransız dili ve kültürünün oluşturduğu Fransız ulusu gibi, Türk dili ve kültürüyle birleşen tek bir Türk ulusu yaratmaktı. 1926 Aralığında milli eğitim bakanlığı Türklerin birliğine zarar verdiği için Kürt, Laz ya da Çerkez gibi etnik isimlerinin kullanılmasını yasakladı.”

                                               * * * * *

“Atatürk açısından din kişisel bir seçimdi, ama daha sonra ‘ahlak kutsaldır’ diyecekti.”

                                               * * * * *

“Türk halkı otoriteyle yönetilmeye alışıktı ve Mustafa Kemal de bunu sağlıyordu.”

                                               * * * * *

“Dil komisyonu Latin alfabesine geçmek için beş ile on yıl arasında bir süreye gerek olduğunu belirtince, Mustafa Kemal ‘ya üç ayda yapılacak ya da hiç yapılmayacak’ diyerek, iki alfabenin birlikte kullanılmasının daha iyi bilinenin tercih edilmesine yol açacağını söyledi.” 

                   * * * * *

“Atatürk’ün verdiği mesaj, Doğu ile Batının evrensel laik değerler ve karşılıklı saygı temelinde bir araya gelebileceği, milliyetçilikle barışın uyum içinde olabileceği, insan aklının yaşamdaki tek gerçek rehber olduğudur. Bu iyimser bir mesajdı ve geçerliliği her zaman kuşkulu olacaktır. Ama, saygı gösterilmesi gereken bir ilkedir.”
                                          ▬    ▬      ▬

Bu Haftaki Tercihleriniz

KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ (Emre CANER)

GÖR BENİ (Azra KOHEN)

BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ (Faruk Nafiz ÇAMLIBEL)

BANDO TAKIMI (Muzaffer İZGÜ)

ŞEMS-İ TEBRİZİ'NİN ÖĞRETİLERİ