DAİRE'YE DAİR (Dücane CÜNDİOĞLU)
Devran döndü, gün geldi. Günler, haftalar, aylar derken
mevsimler de döndü ve bir yılı daha tamamladık. O gün bu gün. Yılın son günü.
365 günlük daireyi tamamladığımız gün. Kitabımız ise Dücane Cündioğlu’ndan “Daire’ye
Dair”.
Dücane Cündioğlu’nun birkaç yazısını okumuş, kendisini birkaç
televizyon programında izlemiştim. Kitabını okumak da eğrisiyle doğrusuyla bir
yılı daha sonlandırdığımız günlere nasipmiş. Geçen bir yılı değerlendirdiğimiz,
kendimize çekidüzen verip yeni hedefler belirlediğimiz günlere…
Kitabın temelini “devir nazariyesi” oluşturuyor. Daire
formunun tüm topluluklarda özel bir yeri var. Bunun en basit örneklerinden biri
oba ve çadırların daire şeklinde olması. Bunun hem maddi hem manevi anlamı
bulunmakta. Evren, dünya, doğa ve insanda daire – elips, helezon – formuyla ilgili
pek çok bilgi saklı. Dolayısıyla bu durum kullanılan dile, kültüre de yansıyor.
Tasavvuf
geleneğinde yer alan “devir nazariyesi”ni üniversitede “Halk Bilimi”
derslerinde incelemiştik. Bu yazıyı hazırlarken bulduğum kaynak, konuyu merak
edenlere yardımcı olabilir. Neşet Ertaş’tan yola çıkılarak anlatılan abdallık
ve devir nazariyesi’ni Ahmet Keskin kaleme almış. Yazıyı okumak isteyenler
için: Türk Tasavvuf Kültürü ve Devir Nazariyesi Bağlamında Neşet Ertaş.
“Daire’ye Dair” adlı kitap bölümlerden oluşuyor. Alıntıları yaptığım
bölümlerin adlarını parantez içinde belirttim, çoğu zaman yaptığım gibi. Bu tip
kitaplarda genellikle aktarılanlar ya da anlatılanlar her zaman buzdağının
görünen yüzü oluyor. Burada da öyle.
“Aramak,
aradığımı bulmak anlamına gelmedi hiç. Gün oldu, ne aradığımdan emin olamadım.
Gün oldu, doğru yerde arayıp aramadığımdan kuşkuya düştüm. Gün oldu,
bulduğumun, bulduklarımın gerçekten de aradığım şey olup olmadığına bir türlü
karar veremedim.
Yakîn sahibi olmaya
çalıştıkça, o yakîn’in yakınına geldikçe, yakînim olandan uzaklaştım. Yaklaşan
ben oldum; uzaklaşansa o! Kimbilir, belki de o yakınlaştığında, ben onun
yanından uzaklaştım da bilemedim. (Önsöz)”
*
* * * *
“Aradıkça
bulacağımı değil, olacağımı düşünüp müteselli olmaktan
geri kalmadım. Ne buldum, ne oldum ve fakat bulmaktan da, olmaktan da
vazgeçmedim. (Önsöz)”
*
* * * *
“İki
kavis arasındayım. Her yaşam parantezi doğumla açılıyor ve ölümle kapanıyor;
benim parantezim de doğumla açıldı ve her parantez gibi o da en nihayet ölümle
kapanacak.
Parantezin açılması elimde değildi; kapanması da elimde olmayacak.
Parantezi kim açtıysa o kapatacak, burası kesin. (sırr-ı kavseyn)”
*
* * * *
“İki
kavis arasında olup bitenlerle öylesine meşgulüm ki bildiğim tek şey, iki
parantez arasında sıkışıp kaldığım. (sırr-ı kavseyn)”
*
* * * *
“Modern
hayatın hüznü def etmek için bulduğu yegâne çözüm, insanı koyu bir gafletin
içine sokmaktan ibaret.
İğfal sözcüğü gafletten ürüyor. Gaflet modernlik tarafından iğfal edilen insanın
trajedisi… parantezsizlik sanısı… bir aymazlık hali… aptallıktan türeyen keyif…
(sırr-ı kavseyn)”
Michael Baigent, İsa Yazmaları kitabında sözcüklerin kökenlerinden
yola çıkarak teorisini şekillendiriyordu. Dücane Cündioğlu ise aynı noktadan
hareketle – sözcüklerin anlamı ve kökeninden faydalanarak – insanı, kendini ve
yaşamı sorguluyor.
Bu
bölümü okurken Momo kitabındaki duman adamları hatırladım. Zaman hırsızları. Görünmeyen
ama bizi esir alan modern çağ “gereklilik”leri.
*
* * * *
“Kaybettiğim için hüzün, kaybedeceğim için korku duyuyorum.
Varolanın yokluğu hüzün duymama (üzülmeme) yol açarken, yok olacağı ihtimali
korkmama yol açıyor. (sırr-ı kavseyn)”
*
* * * *
“Gördüklerimin
bulanık görünüyor olması halinde, bu bulanıklığın gördüklerimden mi, görüşümden
mi kaynaklandığından nasıl emin olabilirim? (düşünmeyi deniyorum)”
*
* * * *
“Bir
filmi seyrederken ses ve görüntü sorunlarıyla karşılaşıyorsam, niçin bu sorun,
en az gözlerim, görüşüm veya görme araçlarım kadar film kaydının kendisinden de
kaynaklanıyor olmasın? (düşünmeyi deniyorum)”
*
* * * *
“
‘Karşılıklı bakma’nın karşılığı bakışma;
‘karşılıklı düşünme’nin karşılığı ise yok. Acaba niçin ilki işteşlik bildiriyor
da ikincisi bildirmiyor? (düşünmeyi deniyorum)”
*
* * * *
“Sayma
işlemi düzenli olunca ‘saymak’
deniyor; düzensiz olunca
‘sayıklamak’. (sayıklamalar)
*
* * * *
“Düşünme’nin
son gayesi, en basit, en yalın kavramlara ulaşmak olmalı; zira düşünme’nin
kemali, bir nokta’dan hareket edip yine bir nokta’da son bulmaktır. (küre
içinde küreler)”
*
* * * *
“Hareketi
doğrusal (müstakime) ve dairesel (müstedire) şeklinde iki kısma
ayırırsak, doğrusal hareketin tamamlanma imkânından mahrum olduğunu görmekte
gecikmeyiz. Çünkü doğrusal hareket sonsuzdur; nâ-mütenâhidir. Dairesel harekete
gelince, hareketin başladığı nokta ile bittiği nokta birleşince, hareket
tamamlanmış, yani kemaline ermiş olur. (kemâle ermek)”
*
* * * *
“İnsan-ı Kâmil tamlamasını, ‘olgun veya
yetkin insan’ gibi ne idüğü belirsiz bir biçimde sadeleştirmekle murada
ulaşamayız. (kemâle ermek)”
*
* * * *
“Varmak fiili, aslında var(lık)
sözcüğünün kökenidir. Çağatayca’da barmak
şeklinde telaffuz edilir. Nitekim barış-mak
(= varışmak) sözcüğü de ‘iki şeyin
birbirine varması, kavuşması’ anlamında buradan türer. (hakikate ermek)”
*
* * * *
“Sözcük
analizlerinden hareketle hakikat’e varacağını
sanan, bu çabaları sonucunda hakikatin de kendisine baracağını sanır. Oysa böylesi sözde varışlarla, barışlarla
hakikat bulunmuş olmayacağından, sizi bilmem ama, ben kendi hesabıma yeniden
yolun başına dönmek zorundayım. (hakikate ermek)”
*
* * * *
“Ey tâlib!
Nefsinin tafralarına kanıp sanma ki hakikate sahipsin, sen hakikate dâhilsin.
(hakikate ermek)”
*
* * * *
“İlim, sahibini, hedefine adım adım
yaklaştırır; zira bilmek isteyen nefs, zamanla, zaman içinde ve her basamağı
tek tek çıkmak koşuluyla yol alabilir. Öğrenilmesi gerekenler, bilinmesi lazım
gelenler çoktur, çokluk mertebeleri içinden geçip birlik’e ulaşmak süre ister,
emek ister, hepsinden önce nasib
ister. (aşka ermek)”
*
* * * *
“İnsan
ancak gayret ile bilip bilgin (âlim);
aşk ile tanıyıp bilge (ârif)
olabilir; zira bilmek mertebesi azim
ve gayret, tanımak mertebesi ise aşk
ve muhabbet ister.
Aceb, sadece aşk yardımıyla
hakikat yolu kat edilemez mi? (aşka ermek)”
*
* * * *
“Aşk
olmaksızın ilim, âlimi bir yere kadar çıkarır; ilim olmaksızın aşk da âşıkı bir
mertebeye kadar taşır. (aşka ermek)”
*
* * * *
“Birinin
gördüğünü diğeri bilir (düşünce),
diğerinin bildiğini öbürü görür
(duygu). (aşka ermek)”
*
* * * *
“Hakikatin yolu tek kişiliktir!
Çünkü ‘bilmek’ aracılığıyla, gerekse ‘tanımak’ aracılığıyla olsun, her
tâlib, hakikat binasının basamaklarını tek başına ve adım adım çıkmak
zorundadır.
Hakikate topluca yürünülemez!
Çünkü bu yol, kendilerini, o, adına ‘dünya’ denilen yosmanın
işvekârlığına kaptırmış olan ve yalnız kalmaktan korkan sürülere tamamıyle
kapalıdır. Nitekim feylesofumuz İbn Sina der ki:
Hakk’ın huzuru,
her isteyenin bir çırpıda kendisine ulaşabileceği bir eşik olmaktan
münezzehtir; O’nun huzuruna tek tek ve ancak adım adım çıkılabilir. (aşka
ermek)”
Kitap, sizin de fark ettiğiniz gibi bir oturuşta okunup “Okudum”
denilebilecek bir kitap değil. Yavaş yavaş, bölüm bölüm, düşüne düşüne, sindire
sindire okumak gerekli. Hatta belki de dönem dönem yeniden okumak. Tasavvuf,
din, felsefe; insan, evren, yaşam gibi konulara ilgi duyuyorsanız beğeniyle
okuyacağınızı umuyorum.
*
* * * *
“Elbette,
dairenin başlangıç noktasıyla bitiş noktası aynıdır. Dönüş hep aynı noktadan
başlar, aynı noktada sona erer; zira hareketin istikameti, dairenin özü
tarafından belirlenmiştir. (ben’in dönüşü)”
*
* * * *
“Ben benliğini bulmak için yola bizden
çıkar; benini bulunca bizini bir süreliğine terk eder. Bize döndüğünde ise, artık benini fark etmiş olarak bizin içindeki yerini alır. Zahir’den
başlar, bâtın’a ulaşır. Ancak bâtın’da öylece kalmayı tercih etmeyip terki terk
eder de ister istemez zahir’e geri döner.
Kısacası artık kalıbı bizde, kalbi ise bendedir. Belki kalıbı biz içinde yaşar ama her
hâlukârda kalbi ben için yaşar.
(ben’in dönüşü)”
*
* * * *
*
* * * *
“Düşlemeye
gör ey tâlib, bir kere olsun kendi peşinden koşmayı denesen, ah bir denesen,
inan bu dünya cangılında değil bulman, olman
bile kabil. (ben’in dönüşü)”
* * * *
*
“Bir
dairenin üst noktasından aşağı doğru inen yaya kavs-i nüzul (iniş yayı); alt noktasından üstteki başlangıç
noktasına doğru çıkan yaya ise kavs-i
uruc (çıkış/yükseliş yayı) denir. (sığdırıver avucunun içine sınırsızlığı)”
*
* * * *
“İnsanoğlu
kendi gerçeğinden kaçtıkça, kendini gerçekten de var zannettikçe, bunalmaktan
asla kaçınamaz. Bunama yaşlıların
değil, yüreği büzüşmüş olanların ve adına dünya
denilen düşte düşün yorumundan habersiz bir biçimde uyuklayanların yazgısı. (sığdırıver
avucunun içine sınırsızlığı)”
*
* * * *
“Martin
Buber’nın Ich und Du (Ben ve Sen)
adlı eserini İngilizce’ye çeviren Walter Kaufmann’ın bu çeviriye yazdığı
girişte Goethe’nin çağdaşlarından William Blake’e ait şöyle bir dörtlük yer alıyor.
To see a world in a Grain of Sandz
And a Heaven in a Wild Flowerz
Hold Infinity
in the palm of your hand
And Eternity in an Hour
Aşağı
yukarı anlamı şu:
Görmek bir dünyayı bir
kum taneciğinde
VE bir cenneti yabanıl bir çiçekte
Sığdırıver o halde avucunun içine sınırsızlığı
VE dahi bir tek ânın içine sonsuzluğu
Gönlünü
terbiye etmemiş olanlar için bir ânın içinde tüm zamanı ve bir elde tüm mekânı
hissedebilmenin ne denli güç olacağı malum. Lakin biraz çabayla hiçliğin
kıyısından varlığa el sallamak, hiç de öyle imkânsız değil. (sığdırıver
avucunun içine sınırsızlığı) ”
*
* * * *
“ ‘Kim
yaptı ve niçin yaptı?’ sorusu bilimin merak alanı içinde değildir. Bilimin
merakı özele, parçaya yöneliktir, o bütünü talep etmez; kullandığı yöntemle
bütünün görülemeyeceğini bilir çünkü. Fakat düşünme (metafizik) kendisine kimi
ve niçini mesele edinir, zaten bu meselesi nedeniyle o, düşünme adını alır. (asıl matlubun ne?)”
*
* * * *
“Görmüyorlar
ve görmediklerini reddediyorlar, anlamıyorlar ve anlamadıklarını inkâr
ediyorlar. (asıl matlubun ne?)”
*
* * * *
“Yetişkinlerin
o kasvetli tafralarla sordukları köşeli soruların ve bu sorulara verilen köşeli
cevapların sathiliği onların gözlerini kamaştırırken, düşünmenin o çocukça soruların içinde saklandığını
hiç ama hiç görmüyorlar. (asıl matlubun ne?)”
*
* * * *
“Lakin
düşünce ve sanatı dünyalarından kovmak suretiyle varolmayı seçen günümüz bilim
adamları, hemcinslerine karşı adalet ve şefkatle davranmaktan vazgeçtikleri
gibi, doğaya karşı da âdil davranmaktan vazgeçtiler. (neredesin ey insan?)”
*
* * * *
“Dilimizde
davranış sözcüğü pek olumlu bir
anlamda kullanılmaz.
Yaygın anlamıyla tepki adı verilen hareketlere davranış denir. Kökü de bu anlamı
doğruluyor; zira ‘davranmak’ta bir tür acele vardır; elde olmayış vardır, bir
tür kontrolsüzlük vardır. Kişi silahına davranır, cebine davranır; yani sadece
hareket etmez; bilakis aceleyle, birdenbire, hızla, süratle hareket eder.
(davranma yanarsın)”
*
* * * *
“İnsanlar
birbirlerine eşit davranamazlar. Ancak birbirlerine âdil davranabilirler.
Eşitlik liyakatı gerektirmez; adalet ise liyakat gözetilmedikçe tahakkuk etmez.
Mesela bir öğretmen sınıfındaki bütün öğrencilere not verirken eşit davranamaz;
şayet böyle yapacak olursa, haksızlık yapmış, yani âdil davranmamış olur.
Adalet,
her öğrenciye hak ettiği, layık olduğu notu vermektir. Liyakatları farklı ise,
notları da farklı olacaktır. (ölçülemez olan ölçülemez)”
*
* * * *
“Bu
anlayışa göre, gök kürelerinin hareketinin zeval bulmaması, hareketlerinin
dairesel olmasından; buna mukabil doğa cisimlerinin (ecsam-ı tabiiye’nin) oluş
ve bozuluşu (kevn u fesad) içinde bulunmaları, hareketlerinin doğrusal olmasından nâşidir. (tanrı ve
küre)”
*
* * * *
“Masalarını
bile Batılılar gibi köşeli
(dikdörtgen veya kare) imal etmeyip sofralarını daire suretinde teşkil,
meclislerini daire şeklinde tertib
eden bir medeniyetin mirasçıları, köklerini unutunca, ister istemez sofra ve
meclislerin başköşelerine kurulmaktan hoşlanır oldular. Çünkü dairelerde köşe bulunmadığını
unuttular. (daireye dair)”
▬ ▬ ▬
İlginizi
Çekebilir:
3.Güldeste