BİLİM VE DİN (Bertrand RUSSELL)
1950’de Nobel Edebiyat Ödülü alan Bertrand Russell’ın “Bilim ve Din” adlı kitabında kilisenin bilime ve bilim adamlarına bakış açısı irdelenmiş, yüzyıllar boyu süren çatışmanın sebepleri farklı boyutlarıyla ele alınarak okuyucuya sunulmuş. Kitap, “Çatışmanın Temelleri, Evrim, Ruh ve Beden, Bilim ve Ahlak...” gibi toplam on bölümden oluşuyor. Her bölümde konunun farklı bir boyutu ele alınmış.
Din ve bilim. Birbirinden tamamıyla farklı iki mecra mı yoksa birbirini tamamlayan iki unsur mu? Peki çatışmanın sebebi ne? Yanlış yorumlar, inançlar mı; kişisel çıkarlar mı?
Din ve bilim. Birbirinden tamamıyla farklı iki mecra mı yoksa birbirini tamamlayan iki unsur mu? Peki çatışmanın sebebi ne? Yanlış yorumlar, inançlar mı; kişisel çıkarlar mı?
“Din,
salt insanlar ve kiliselerle değil, ama onun önemini duyanların kişisel
yaşamlarıyla da bağlantılıdır. Azizlerin ve mistiklerin en iyilerinde, belirli
dogmalar ve inanç ile insan yaşamının amaçları konusunda belirli bir duygu yan
yana yaşayagelmiştir. İnsan yazgısının sorunlarını yüreğinin derinliklerinde
duyan, insanlığın acılarını azaltma isteğini taşıyan ve geleceğin insan soyunun
en iyi olanaklarını gerçekleştireceğini umut eden bir kişi, günümüzde,
geleneksel Hristiyanlığı çok küçük bir ölçüde kabul etse bile, gene de, dinin
etkisi altında sayılır. Din bir inançlar dizisi yerine, bir duyguyu içeriyorsa
bilim ona dokunamaz bile.”
*
* * * *
“Dinbilimle
din arasındaki ilk ve birçok bakımlardan en dikkate değer meydan savaşı, bugün
bizim «Güneş Sistemi» adını verdiğimiz sistemde Güneş’in mi yoksa Dünya’nın mı merkez olduğu konusundaki astronomiye ilişkin uzlaşmazlıktan çıkmıştır.
Yerleşmiş olan kuram, Dünya’nın, evrenin merkezinde sabit bulunduğu, Güneş, Ay,
gezegenler ve sabit yıldızlar sisteminin, her birinin kendi alanında, Dünya’nın
çevresinde döndüğü yolundaki Ptolemaiosçu görüştür. Oysa yeni kurama,
Kopernikus’un kuramına göre, Dünya sabit olmak şöyle dursun, ikili bir eylem
içindedir. Kendi ekseni içinde günde bir kez ve Güneş’in çevresinde de yılda
bir kez dönmektedir.”
görsel: vladimir kush |
*
* * * *
“Astronomi
alanında ikinci büyük adımı atan Kepler (1571-1630) oldu. Galileo’nun
düşüncelerine benzer düşünceler taşımasına karşın, Kepler, hiçbir zaman kilise
ile bir çatışmaya girmedi. Tam tersine, Katolik din adamları, bilimsel
seçkinliği dolayısıyla onun Protestan oluşunu bile bağışladılar.”
*
* * * *
“Galileo
Galilei (1564-1642), gerek bulgularıyla gerekse Engizisyon’la aralarındaki
çatışma dolayısıyla, çağının en dikkate değen bilim adamıdır. Galileo’nun
babası yoksul bir matematikçiydi ve oğlunu çok daha fazla para getireceğini
umduğu alanlara yöneltmek için elinden geleni yapmıştı. Hatta o kadar ki,
dünyada matematik diye bir uğraşının varlığını oğlundan gizlemeyi başarmış;
Galileo ancak on dokuz yaşındayken, bir rastlantı sonucu, bir geometri dersi
dinleyince hanyayı konyayı anlamıştı. Onun için, yasak meyvenin çekiciliğini
taşıyan bu konuya büyük bir yakınlık duydu.”
*
* * * *
“Papa’nın
buyruğu üzerine Dünya’nın döndüğünü söyleyen bütün kitaplar yasaklandı ve
böylece Kopernikus’un kitapları da ilk kez yasak edilmiş oldu. Galileo
Floransa’ya çekildi; orada sessiz sedasız yaşayarak kendisini alt eden
düşmanlarını yeniden üzerine bulaştırmaktan dikkatle kaçındı.”
*
* * * *
“Kopernikus
sisteminin kilise denetimi altında bulunan bütün eğitim ve bilim kurumlarında
doğru bir kuram olarak öğretilmesi yasaklandı. Dünya’nın döndüğünü öne süren
kitaplar 1835 yılına kadar Papalığın yasak kitaplar listesinde kaldı. 1829’da
Thorwaldsen’in yaptığı Kopernikus heykelinin Varşova’daki açılışında, bu büyük
astronomi bilginini anmak için katılan binlerce kişi arasında bir tek Katolik
papazının bile bulunmayışı, dikkat çekiciydi. Galileo’dan sonraki iki yüz yıl
boyunca Katolik kilisesi, ister istemez zayıflayan bir dirençle Dünya’nın
döndüğü düşüncesine karşı durdu. Oysa bu süre içinde bütün yetkili astronomi
bilginleri Dünya’nın döndüğünü kabul etmişlerdi.”
*
* * * *
“Kutsal
emanetlere olan inanç, bu emanetlerin sahteliklerinin meydana çıkarılmasına
karşın, gene de çoğunlukla sürüp gitmiştir. Sözgelimi Azize Rosalia’nın
Palermo’da yüzyıllarca muhafaza edilip hastalıkları iyileştirmede büyük
etkinliği olduğu söylenen kemiklerinin, dinle ilgisi olmayan bir anatomist
tarafında incelendiğinde, keçi kemikleri oldukları anlaşılmıştır. Ama gene de
bu kemikler hastaları iyileştirmeye devam etmiştir. Bugün, bazı hastalıkların
inançla iyileşebildiğini, bazılarınınsa iyileşmediğini biliyoruz. Kuşkusuz, bir
hastanın apansız iyileşip ayağa kalktığı «mucizesi» görülmemiş değildir; ama
bilim dışı bir ortamda efsaneler, gerçeği abartır, bu yolla iyileştirilebilecek
histeri kökenli hastalıklarla, patolojiye dayalı bir tedaviyi gerektiren
hastalıklar arasındaki farkı ortadan kaldırırlar.”
*
* * * *
“Anlaşmazlıklar
yatışmaya başlamıştı ki çiçek aşısının bulunması ortalığın yeniden karışmasına
neden oldu. Kilise adamları (ve hekimler), aşıyı «Göklere, hatta Tanrı’nın
istemine bir başkaldırma» saydılar; Cambridge Üniversitesi’nde aşıya karşı
vaazlar verildi. Montreal’de büyük bir çiçek salgınının baş gösterdiği 1885
yılında bile, kentin Katolik halkı kilisenin de desteği ile aşı olmamakta
direndi. Bir Katolik papazı «Çiçek hastalığı salgınına uğramamız geçen yılki
karnaval şenliklerinde durmadan yiyip içerek Tanrı’yı gücendirmiş
olmamızdandır» diyordu. Kiliseleri çiçek salgınına uğrayan bölgenin tam
ortasında bulunan Oblate Papazları, aşıyı lanetlemekte devam ettiler;
dinibütünler, Tanrı’ya olan inançlarını çeşitli yollardan gösterecek yürek
temizliğine güvenmeye çağrıldılar; kilise hiyerarşisinin de onayı ile tören
düzenlendi; dualarda tespih kullanılması, özellikle belirtildi.”
*
* * * *
“Dinbilimin
zararı, zorbaca içgüdüler yaratmakta değil, zorbaca içgüdülere sözde yüce bir
ahlak değeri bağışlamakta, karanlık ve barbar çağlardan kalan işlemlere, görünüşte
kutsal bir nitelik tanımaktadır.”
*
* * * *
“Bugün
hiç kimse, salgınların ve hastalıkların sağlık bilgisi (hijyen) ve sağlık
koruma yoluyla önlenmesini günah saymamaktadır. Kimileri hastalıkları Tanrı’nın
gönderdiğine inansalar bile, önlemenin dinsizlik olduğu görüşünde değildir. Bunun
sonucunda sağlık koşullarının iyileşmesi ve insan ömrünün uzaması, çağımızın en
seçkin niteliklerinden biri olmuştur. Bilim, insan mutluluğu için başka hiçbir
şey yapmamış olsaydı bile, yalnız bu kadarı ona yürekten borçlu olmamız için
yeter de artardı.”
*
* * * *
“Bilimsel
bilginin önemli dalları arasında en az gelişmiş olanı ruhbilimdir. Sözcüğün
kökenine bakılırsa «ruhbilim» (psikoloji), «ruhun kuramı» demektir; ama
dinbilimcilerce bilinen bir kavram olmasına karşın, «ruh»un bilimsel bir kavram
olduğu söylenemez. Hiçbir ruhbilimci, inceleme alanının ruh olduğunu söylemez;
ona ruhun ne demek olduğunu sorarsanız, bu sorunuzu yanıtlamakta da güçlük çeker.”
*
* * * *
“Platon’un
Devleti’ndeki kişilerden biri şöyle diyordu: ‘İnan ki Sokrates, bir adam ölüme
yaklaştığını az çok kabullenince korkuya kapılır ve daha önce umursamadığı
şeyleri düşünmeye başlar. O güne kadar, ölenlerle ilgili öykülere, dünyada
kötülük işleyenlerin öteki dünyada bunun cezasını çekeceğine ilişkin öykülere
gülüp geçmiştir; ama ölümünün yaklaştığını anlayınca bu öykülerin doğru
olabileceği korkusu kaplar yüreğini.’”
*
* * * *
“Eğer
bir insan niçin öyle davrandığının farkında değilse, o zaman bir neden bulmak
için onun bilinçaltına eğiliriz; ama hiçbir zaman eyleminin bir nedeni
olmayabileceği aklımızın ucunda bile geçmez.”
*
* * * *
“Son üç
yüz yılda sık sık görüldüğü gibi, şimdi de bilimle dinin uzlaştıkları ileri
sürülmektedir: Büyük bir alçakgönüllülükle bilim adamları, bilimin sınırları
dışında kalan alanlar olduğunu kabul etmekte, açık görüşlü dinbilimciler ise,
bilimsel olarak kanıtlanabilecek şeylerin yadsınamayacağını onaylamaktadırlar.
Doğrusu, bugün hâlâ, aradaki bu barışı bozan bazıları yok değildir: Bir yanda
Kutsal Kitap’a körü körüne bağlı olanlarla inatçı Katolik dinbilimciler, öte
yanda da en aydın kilise adamlarının bir ölçüde alçakgönüllü isteklerini bile
kesinlikle reddeden biyokimya ve hayvan ruhbilimi uzmanlarının en aşırıları.
Ama bütünüyle, bilimle din arasındaki savaşın, eskisine göre hızı adamakıllı
kesilmiştir.”
*
* * * *
“Yoganın
insana bir iç görü kazandırdığı savını sınamak için, bu görüşü, biraz da zoraki
olarak basitleştirelim. Diyelim ki, birçok kimse, belirli bir süre içinde,
belirli bir biçimde soluk alıp verirsek, zamanının gerçek dışılığına
inanacağımızı kesinlikle öne sürmektedir. Şimdi daha da ileriye gidelim ve
onların bize verdikleri öğütlere uyarak sözünü ettikleri akıl durumuna geldik
diyelim. Ama yeniden normal biçimde solumaya başladığımızda, daha önce
gördüğümüz hayale inanıp inanmama konusunda bir türlü karar veremeyiz. Bu
soruyu nasıl irdeleyeceğiz?”
*
* * * *
“Sezgi,
içinde, yaratıcı yeniliğin itkisini taşır.”
*
* * * *
“Renk
körlüğüne tutulmuş birine çimenin kırmızı değil yeşil olduğunu kanıtlayamayız.
Ona, birçok insanın sahip olduğu renk ayırt etme yeteneğinden yoksun olduğunu
kanıtlamanın çeşitli yolları vardır; ama değerler konusunda böyle yollar yoktur
ve bu alandaki anlaşmazlıklar, renkler konusundaki anlaşmazlıklardan çok daha
sık görülür. Değerlerle ilgili farklar konusunda karar vermek için bir yol
hayal bile edilemeyeceğine göre, bu farkların nesnel doğruluğa ilişkin bir fark
değil, ama bir beğeni farkı olduğu sonucunu benimsemeye zorlandığımız da
apaçıktır.”
*
* * * *
“Kendisiyle
temelli bir ahlaksal anlaşmazlık içinde bulunduğunuz bir adamla karşılaşırsanız
–diyelim ki siz bütün insanların eşit olduğuna, o ise yalnızca bir sınıfın
önemine inanıyor-, nesnel değerlere inansanız da inanmasanız da, onunla başa
çıkamayacağınızı görürsünüz. Her iki durumda da onun davranışlarını, ancak
isteklerini etkileme yoluyla etkileyebilirsiniz: Bunu başarırsanız, onun ahlakı
değişir, başaramazsanız değişmez.”
*
* * * *
“Bilimsel
anlayış ölçülü ve araştırıcıdır; bütün doğruyu bildiğini öne sürmediği gibi; en
iyi bildiği şeyin bile bütünüyle doğru olduğunu savunmaz. Her öğretinin, eninde
sonunda, değişikliği gerektireceğini ve bu zorunlu değişikliğin araştırma ve
tartışma özgürlüğüne gereksinim duyduğunu bilir.”
▬ ▬ ▬