KELEBEĞİN HAYAT SIRLARI (Nil KARAİBRAHİMGİL)

Nil’in Kelebekleri” adlı yazımda “Kelebeğin Hayat Sırları”nı önce okuduğumu söylemiştim. Ama ikisini de okuyunca yayın sırasını değiştirmemek adına diğerine öncelik verdim. Neden mi?

nil karaibrahimgil

Eğer her iki kitabı da okumak niyetindeyseniz diğeriyle başlamanızı tavsiye ederim. “Aman ne olacak canım roman değil, tarih kitabı değil nasılsa gazete yazısı, sıranın ne önemi var?” demeyin.
Çünkü… “Kelebeğin Hayat Sırları”nda artık “Özgür Kız”ı değil tabir-i caizse hem “Başı Bağlı” hem de “Anne Nil”i görüyoruz (Hemen hatırlatalım, Sertab Erener’in kardeşi Serdar Erener ile evli). Bu kitapta derlenen yazılar, evlendikten ve anne olduktan sonra yazdığı tarihlere denk geliyor. Daha bir derli toplu, daha bir ağırbaşlı, daha bir duygusal geldi bana. Belki de ben öyle hissettim. 
Ama yok! Hatta “Nil’in Kelebekleri”ni okuyunca bu fikrim daha da pekişti. Orada daha bir genç kadın, burada ise daha bir anne gördüm sanki. Yazıların değişimini görme açısından yayın sırasına göre kitapları aktarmak daha mantıklı oldu.
İki kitabın da benim için ortak noktası “karşı koyamadığı merak duygusu” ve “içindeki çocuk Nil”di.

Kitaptaki ilk yazı “Gençliğime Sevgilerimle”.

2016’yı uğurlayıp 2017’ye merhaba derken yeni yılınızı bu “şarkı”yla kutlamıştım. Kitabı alıp okuyacağımdan habersiz. Şimdi aynı videoyu (şarkıyı, köşe yazısını) buraya alıyorum. Yanlış okumadınız “köşe yazısı”. Bir yazıyı bu kadar hoş bir şekilde müzikle buluşturmak ise Nil Karaibrahimgil’e özgü olsa gerek.



Dediğim gibi. İki kitabı da okumayı düşünüyorsanız “Nil’in Kelebekleri”, “Kelebeğin Hayat Sırları” şeklinde bir sıralamayı tavsiye ederim. Yok, birini okuyayım yeter diyorsanız benim favorim: “Kelebeğin Hayat Sırları”

 “Meğer minik bir yavrunun gözlerinde kâinatın sırrı gizliymiş. Bakıp çözülmezmiş, sadece dalıp gidilirmiş. (Meğer Aziz Arif’mişim)”


                                               * * * * *

“Hayat seninle, her gün inatlaşmıyor. ‘İstediğin gibi zannet’ diyor.
Sen de, yaptın oldu zannederek, bir tanrıça edasıyla geziniyorsun…
Ama sonra birden: DAN! Hiç hesapta olmayan, bambaşka bir şey! Sandığınla alakasız bir gerçeklik! Oyununa hiç uymayan bir sahne.
‘Kim yaptı bunu?’ diye bağıracak oluyorsun ki, ssshhhh sesi duyuluyor.
‘Senden büyük hayat var, senden daha iyi yazar kader var. Sen kimlerle aşık atıyorsun? İnsancık ömründe, Tanrıcılık mı oynuyorsun?’ diyen bir koro var sanki. (Gel de her şeyin çoktan yazılı olduğuna inanma)”

                                               * * * * *

“Başkalarını onlara sorarak öğrenelim. Cidden. Yoksa büyük zaman kaybı ve algı kayması oluyor. Ve biz kendi algı kaymalarımıza inanarak yaşadığımız için, bütün düğmeleri yanlış ilikliyoruz. (Gel konuşalım artık)”                 
     
                                               * * * * *

“Sen, bir macera filmindeki korsan gemilerinin batırdığı iyi insanların filikasındasın.
Fırtına dinince, güneşli bir sabah olacak.
Ve tıpkı o filmlerde olduğu gibi, güzel bir adaya çıkacaksın.
Kısacası, bu yaşadığın bütün hayatın değil. Sadece anlık. Sadece dalga. Her şey şimdilik. (Canı acıyana, deva arayana)

                                               * * * * *

“Hayatın anlam kazanınca havalanıyorsun. Sabah bir uyanıyorsun, bütün yorgunluğun seni terk etmiş. (Nasıl havalandığımı sonunda buldum!)


                                               * * * * *

“Bekleyenler, o ana balıklama dalmaktan çekinebilirler bazen.
Çünkü kötü bir tepkiyle karşılaşma ihtimalini de beklerler. (Turunculu adam ve ben)”

                                               * * * * *

“Şahit olmadığımız ama haberdar olduğumuz bin bir acı, gözlerimizi kapamak istesek, yok saymak istesek de bazen, bize dokunmayan yılanın bin yıl yaşamadığını hatırlattı bize.
Şimdi bilim de ispatladı ki,
BİZE DOKUNMAYAN YILAN YOK!
Her şey her şeye dokunuyor. (Her şeyin her şeyle bağlantısı üstüne)”

                                               * * * * *

“Hep söylenir. Hiç tam olarak yapılamaz. Şu anda yaşa, şimdiyi düşün denir. Halbuki bir ucu gelecek endişelerine, diğeri geçmiş takıntılarına gerili bir ipte yürümekteyizdir. (Şu ânâ davetlisiniz)”

                                               * * * * *

“Barbara’ya sormuşlar: Zorluklar karşısında bazıları kırılıp düşerken, diğerleri nasıl esneyip zıplıyor üzerlerinden? ‘Onlar kendileri pozitif duygu yaratabilenler’ demiş.
Bunlar kafalarını kuma gömüp negatifi yok sayan Pollyanna’lar değil. Her şeyin farkındalar.
Sadece, negatifin yanında pozitifi de yaşatabiliyorlar.
Felaketler karşısında bile trajediyi görüp, pansuman yapacak iyi cümleyi kurabilmek büyük meziyet anlayacağınız… (Her negatif düşünceye üç pozitif düşünce formülü)”

                                               * * * * *

“Her şey güzel durduğunda, ne güzel duruyor demeyiz de, parçalar eksilip yer değiştirince, ne güzel duruyordu deriz ya, öyle işte. Ne güzel duruyormuş işte. (“Hoş geldin”leri beceriyor, “hoşça kallar”da çuvallıyorsun)”

                                               * * * * *

“Ağaçlar birbirlerine hiç benzemezler. Tikağacı çok yavaş büyür, sekoya ihtiyacı olan suyu sisten alır, incir ağacı sadece bir tür yabanarısı sayesinde çiftleşir, mangrov ağaçlarının kökü suda durur, gülle ağacının meyveleri gövdesinden çıkar, huş ağacı melankoliktir…
Doğayı kutlamak, her birini farklarıyla kabul ederek sevmektir. (Sökülen ağacın bildikleri)”

                                               * * * * *

“ ‘Sen masal anlatıyorsun, memlekette neler oluyor.’ Ben de şöyle cevap yazdım: ‘Çocukken bu masalı okusalardı, şimdi onların masallarını izlemiyor olurduk.’
Bizim dilimizde niyeyse, ‘Bana masal anlatma’ diye bir cümle de var. Hâlbuki masallar daha çok anlatılmalı. (Bir çocuğu çok sevmiş)”


                                               * * * * *

“Mesela, artık yemeklerde phone stack (telefon yığını) denen bir oyun oynanmaya başlanmış. Yemeğe gelen herkes, oturur oturmaz telefonunu masanın ortasına üst üste yığıyor. Kim yemeğin sonuna kadar dayanamayıp telefonuna bakarsa, hesabı o ödüyor. (Bırak beni cep telefonu!)”

                                               * * * * *

“Akıllı ve her şeye açık insanlarla konuşmak, beyne gurme yemek yemek gibi geliyor. (Ve her şey cep arası sandviç oldu)”

                                               * * * * *

“Çocukluğumdan beri, Türkiye’nin hep biraz üzgün bir yer olduğunu düşündüm. Kapıyı sık sık ağlayarak çalan manşetleri vardı. Sarı, çorak, kimsesiz tarlalarına uzanır uyurdu. Üç tarafındaki denizler onu serinletmeye yetmiyordu. Belli ki harareti vardı. Yabancılar ona Asia minor da (Küçük Asya) derdi. Şarkısı majör de başlasa, minör biterdi.
Belki de bu yüzden sevdiği müzik böyledir. Burada içli olmak her zaman makbuldür. (Bizim buranın sesi)”

                                               * * * * *

“İnsan hangi aileye geleceğini seçemiyorsa, başka kimliklere nasıl saygısızlık edebilir?
İşte ben bu noktada, kendinden başka olana tahammülsüzlüğü anlayamıyorum.
Onun da şartları oydu. O şartlarda büyüdü.
Öyle bir bitki oldu. Sen yeşilsen o mor, sen maviysen o sarı.
Gökkuşağı yapmak yerine, birbirimizi boyamaya kalkmak delice değil mi?.. (Erkek siyaseti Barbie oynamaktan vazgeçsin!)”

                                               * * * * *

“Kibarlık: Bu nereden çıktı diyeceksiniz. Özellikle Türkiye’de pek prim yapmayan, zayıflık gibi algılanan bir şey. Halbuki medeniyet, başkalarına saygı göstererek, konuşma ve hareketlerine üslup katarak kuruluyor. Tolerans gibi biraz. Seninle aynı fikirde olmayanla bile, bir arada gerilimsiz durmanı sağlar. (Modern hayat için 10 erdem listesi)”
                                          ▬    ▬      ▬

Bu Haftaki Tercihleriniz

KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ (Emre CANER)

GÖR BENİ (Azra KOHEN)

BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ (Faruk Nafiz ÇAMLIBEL)

BANDO TAKIMI (Muzaffer İZGÜ)

ŞEMS-İ TEBRİZİ'NİN ÖĞRETİLERİ