İVAN DENİSOVİÇ'İN BİR GÜNÜ (SOLJENİTSİN)
Soljenitsin ismini daha önce duymuş olmama rağmen kitabını okumak
kısmet olmamıştı. Belki zamanı değildi, belki ilgim yoktu belki de diğer
okumalarımın arasında kendine bir yer edinemedi. Peki, ne oldu da fikrim
değişti? Attila İlhan’ın “Hangi Edebiyat?” kitabını
okurken Soljenitsin okumaya niyetlendim. Bu arada okumakta olduğum kitap bitmiş
“Ne okusam?” diye bakınıyordum. Evdeki kitap stokuma baktığımda… İşte, bir
Soljenitsin kitabı orada yıllardır beni beklemekteydi. Anladım ki artık zamanı
gelmişti.
(Belki de elimdeki kitaplara ara sıra değil, sık sık bakmalıyım; ama
heyhat… Gel gör ki, bazen kitapevlerinden dayanamayıp aldığım kitaplar; bazen
de arkadaşlarımdan, akrabalardan hatta öğrencilerimden ödünç aldığım kitaplar
beni bambaşka okumalara yönlendiriyor ve evdeki kitaplarım sessizce
sırasını bekliyor.)
Elimdeki kitap Soljenitsin’in üç eserini
içeriyor. “Ivan Denisoviç’in Bir Günü”, “Kreçetovka İstasyonun’da Bir Olay”
ve “Matriyona’nın Evi”.
İlki roman,
diğer ikisi ise novella (Her üç eseri “kısa kurgu” olarak adlandıranlar da var).
Stalinist baskıyı dile getiren ilk roman olarak kabul edilen “Ivan
Denisoviç’in Bir Günü” toplama kampında zorlu koşullar altında çalıştırılan
insanları anlatıyor. Kişilerin ruh hali ve düşüncelerinin gerçekçi aktarımı,
yaşananların sebep sonuç ilişkileriyle gözler önüne serilmesini etkileyici
buldum. Kitabın, özellikle yayınlandığı dönemde, oldukça ses getirmesinde bu
gerçekçi ve samimi üslubun önemli rol oynadığı kanısındayım.
İVAN
DENİSOVİÇ’İN BİR GÜNÜ
“Şuhov birden
kaderinin çizileceği anın gelip çattığını anladı. Kendinin de bulunduğu 104
numaralı iş kolunu iş ocakları yapımından çekerek «Sosyalist Yaşam Sitesi»
denilen yer şimdilik kar yığınları altında bir tarlaydı. Önce burada çukurlar
açıp direk dikmek, sonra kendi çevrelerine dikenli tel çekmek gerekiyordu. En
sonra da site kurulacaktı.”
*
* * * *
“İş
cezası gene o kadar ağır değildi. Sıcak yemek verilir ve insan kendini kara
düşüncelere kaptırmazdı. Ama hücre cezası bütün bütüne kötüydü.”
*
* * * *
“Fetyukov
iş kolunda Şuhov’dan da geride sayılan bir hükümlüydü. Siyah kaputları ve
numaraları altında hükümlüler dıştan aynı görünürlerse de aslında her birinin
bir saygınlık derecesi vardı. Buynovski kolay kolay çorba çanağını alıp
yanınıza oturamazdı, Şuhov ise her işi yapmaya razı olmazdı. Onu yapacak daha
aşağısı çıkardı.”
*
* * * *
“Muhafızların
gözüne tek başına gözükmek iyi bir şey değildi, görüneceksen kalabalıkta görünecektin.
Bakarsın, adam iş buyuracak birini arıyordur, belki de canının sıkıntısını
senden alacaktır.”
*
* * * *
“Son
hükümlü grubuyla birlikte Stephan Grigoryeviç adında bir doktor gelmişti.
Hastaların ensesinde boza pişiriyor, kimseye rahat yüzü göstermiyordu. Ayaktaki
hastaları bostana çit yapmak, bahçe yolu açmak, tarhlara toprak taşımak, kışın
kar küremek gibi işlerde kullanıyordu. Hastalığın en iyi ilacı çalışmakmış.”
*
* * * *
Soljenitsin, romanı kendi anılarından hareketle yazdığı için olsa
gerek tasvirler oldukça gerçekçi ve etkileyici. Roman kahramanı, İkinci Dünya
Savaşı’nda Almanların elinden kaçtıktan sonra, ajan olma şüphesiyle Sovyet
hükümeti tarafından gözaltına alınarak sürgüne gönderilir. Romanda sürgün
yerinde geçirdiği on yıldan bir kesit aktarılmakta.
Soljenitsin’in yaşam
öyküsüne baktığımızda 1939 – 1945 yılları arasında Sovyet ordusunda görev
aldığını, bu dönemde yüzbaşı rütbesiyle İkinci Dünya Savaşı’na katıldığını
görüyoruz. Cephedeyken yazdığı mektuplarda Stalin karşıtı görüşlere yer vermesi
yüzünden tutuklanmış ve sekiz yıl hapis cezasına çarptırılarak Moskova
yakınlarındaki bir hapishaneye konulmuştur. 1950’de Kazakistan’da bulunan,
siyasal tutuklular için düzenlenmiş bir kampa gönderilmiş ve üç yıl da burada
kalmıştır. Kitapta bazen roman kahramanı Ivan bazen de yazar Aleksander bize
sesleniyor galiba. Ancak kitabı okurken ismin Ivan ya da Aleksander olmasının
bir önemi olmadığını fark ediyoruz. Hükümlülerin yaşam şartlarının ve
psikolojilerinin onların “insan” yönlerini nasıl etkilediğini görüyor, olumlu ya da olumsuz uğradıkları
değişiklikleri kavramaya başlıyoruz.
“Kolbaşı
on beş yıllık hükümlüydü, bir dakika olsun erken iş başı yapmazdı. «Yürüyün!»
demişse zaman kıtı kıtına tamamdı.”
*
* * * *
“Şuhov
ceketindeki numaranın yenilenmesi gerektiğini anımsadı, yana doğru kendine yol
açmaya başladı. Ressamın önünde iki kişi vardı kuyrukta bekleyen. Şuhov da
girdi kuyruğa. Şu numaralar hükümlülerin baş belasıydı. Okunaklı olursa muhafız
uzaktan bir kusurunu görüp not ederdi. Silik olursa «Neden yeniletmedin?» diye
çıkışır, adamı hücreye gönderirlerdi.”
*
* * * *
“Cezalıyı
gündüzleyin hücreye kapatmazlardı, bir adamın işten eksik olması demekti bu.
Gün boyunca canını çıkarırlar, akşamleyin de hapse atarlardı.”
*
* * * *
“Kampa
geleli şurada iki yıl olduğu halde işin bütün girdisine çıktısına da aklı
ererdi. Burada işini kendin ayarlamazsan kimse yardım etmezdi insana.”
*
* * * *
“Ayakkabılar
ayaktayken sobaya hiç yaklaştırılmamalıydı, çünkü giyilen şey fotinse derisi
çatlardı. Eğer keçe çizme giyiyorsanız buzu çözülür, su olur, sonra sıcakta
buharlaşırken ayaklarınız hiç ısınmazdı. Daha fazla yaklaştırırsanız yakmak
işten bile değildi. Ondan sonra bahara kadar çizme vermeyeceklerine göre delik
keçelerden çekeceğiniz vardı.”
*
* * * *
“Bir
hükümlünün baş düşmanı kimdir? Gene bir hükümlü. Eğer hükümlüler aralarında uyuşmamışlarsa
vay başlarına geleceklere!”
*
* * * *
“Aslında
çorba akşamleyin sabahkinden daha suluydu. Çünkü iş yapabilmeleri için
hükümlülerin sabahları doyurulmaları gerekiyordu. Akşamları ise uyuyacaklardı
nasıl olsa, doymasalar da olurdu.”
* * * *
*
“Şuhov
sekiz yıllık kamp yaşantısından sonra bile çakallaşmayan bir insandı. Üstelik
yıllar geçtikçe çakallığın kötülüğüne daha çok inanıyordu.”
*
* * * *
“Hükümlüler
merak edip saatin kaç olduğuna hiç bakmıyorlardı. Çünkü kalk vuruşuyla kalkar,
toplan işaretiyle toplanır, düdükle paydos yapar, kampana çalınca yoklamaya
çıkar, oradan da yatmaya giderlerdi. Bu durumda saatin onlara ne gereği vardı?”
*
* * * *
KREÇETOVKA
İSTASYONUNDA BİR OLAY
Elimdeki kitapta yer alan iki novelladan ilki. Novella’lar romana
göre daha kısa; ama öyküye göre biraz daha uzun yazınsal tür. Tabii ki
uzunluğu, içerdiği sözcük sayısı novella türünün özelliklerini belirlerken tek
ölçüt değil. Bu türün en genel özelliklerinden biri de yoğunluğun tek bir olay
ya da durum üzerinde olmasıdır. Soljenitsin’in bu iki eseri de türün
özelliklerini daha iyi kavramamıza oldukça yardımcı. İlk hikâye İkinci
Dünya Savaşı sırasında geçiyor. Alman işgali altındaki Rusya’da kritik bir
karar vermek zorunda kalan teğmenin yaşadıkları yine gerçekçi ve samimi bir
üslupla aktarılmış. Savaşın tüm zorlukları gözler önüne serilmiş. Savaş
sırasında alınan bazı kararların pek çok kişiyi nasıl etkilediği, bir kararla
olayların domino taşı gibi birbirini tetiklediği yine eserin satırları
arasında.
“Önemli
olan Kreçetovka değildi. Savaş neden sürüp gidiyordu? Bütün Avrupa’nın kana
bulandığı da, saldırganların çevirdiği dolaplar sonunda kargaşalığa
karışanların yalnız biz olmadığımız da doğruydu, ama bu durum daha ne kadar
sürecekti?”
*
* * * *
“Üç
torunlu ihtiyar bir kadının pis, soğuk evinde kalıp rahatsız bir sandığın
üzerinde uyuma nedenini kimselere anlatamazdı Vasya Zotov. Dokuz yüz kırk bir
yılının bu büyük, bu kaba erkek kalabalığı arasında karısını sevdiğini, savaş
boyunca ona bağlı kalacağını, karısına da bütünüyle güvendiğini söyleyince
alaya almışlardı birkaç kere. Hepsi de genç, iyi çocuklar olan arkadaşları
gülüşerek, dostça, biraz da şaşırarak omzuna vurmuşlar, aklını başına
toplamasını öğütlemişlerdi. O zamandan beri bu konuda bir daha ağzını açmamış,
özlemini hep içinde saklamıştı. Hele sessiz gece yarıları uyanıp da karısını
uzaklarda, karnında çocuğu ile Almanların elinde kaldığını düşündükçe…”
*
* * * *
“Polina’yı,
bebeğini, annesini başına bela gelmemiş bir insanın sevebileceğinden daha
fazlasıyla seviyordu Vasya. Küçük oğlana erzakından şeker getiriyordu. Ne
birinin karısı, ne de ötekinin kocası Vasya’ya Polina’nın beyaz eline dokunmak
için engel değildi. Ama onları birleştiren kutsal kederdi asıl onu durduran.”
*
* * * *
“Durup
dururken uzamamıştı adamın çenesi. Açlıktan, şimdiye kadar gördüğü katı
yüreklilikten uzamıştı.”
*
* * * *
“Vasya
gevezelik etmenin, anılara dalmanın zamanı olmadığını biliyordu, fakat böyle
insanı dikkatle dinleyen aydın bir kimseyle bir iki laf edecek, içini dökecek
fırsat da her zaman çıkmazdı karşısına.”
*
* * * *
MATRİYONA’NIN
EVİ
Üçüncü ve son hikâyede ise Soljenitsin başrolü bir kadına vermiş.
Acılarla ve zorluklarla geçen gençlik yıllarının ardından çıkarcı akraba ve
komşuları sebebiyle dertleri devam eden Matriyona’nın yaşadıkları evine
yerleşen kiracısının gözünden samimi bir üslupla aktarılmış.
Soljenitsin’in her üç eserini okurken düşündüğüm şey: “Ne kadar
gerçekçi!” Sanki bir söz söyleyip kahramanlardan biriyle konuşmaya başlasam ben de
hikâyeye dâhil olacakmışım gibi hissettim her sayfada. The Times’da da
belirtildiği üzere “Tıpkı Dostoyevski’nin eserleri gibi, Soljenitsin’in
öyküleri de büyük bir sanatsal yetkinliktir.”
“Akşama
ne isteyecektim haşlanmış patatesten, patates çorbasından başka? Cephede olduğu
gibi günde iki öğün yemek, üstelik hep aynı şeyler.
Günlük yaşayışın anlamının yalnız yemede, içmede bulunmadığını hayat bana öğrettiği için buna çoktan razı olmuştum. Matriyona’nın yuvarlak yüzündeki gülümseme benim için daha değerliydi.”
Günlük yaşayışın anlamının yalnız yemede, içmede bulunmadığını hayat bana öğrettiği için buna çoktan razı olmuştum. Matriyona’nın yuvarlak yüzündeki gülümseme benim için daha değerliydi.”
*
* * * *
“Yalnız
bir gün su kutsama yortusunda okuldan eve döndüğümde birkaç kadının odada
oynadığını gördüm. Matriyona’ya «abla» diye hitap eden üç kız kardeşiyle
tanıştım. O güne kadar evde kız kardeşlerinin pek az sözü edilmişti. Belki de
Matriyona’nın kendilerinden yardım istemesinden korktukları için ortalarda
görünmemişlerdi.”
*
* * * *
“Kocasının
bile anlamayıp terk ettiği, altı çocuğunu kendi eliyle gömen, kardeşlerinin,
görümcelerinin tanımadığı, başkalarının işlerinde para almadan aptalcasına
çalışan, son gününe kadar mal derdine düşmeyen bu kadın sadece insanlara
yakınlığını yitirmemiş; bir de kirli beyaz bir keçi, topal bir kedi ve bir sürü
çiçek sahibi olmuştu.
Hepimiz onunla yan yana yaşıyor, fakat hiçbirimiz, onun, «Her köyde onu ayakta tutan bir doğru vardır» atasözündeki doğru insan olduğunu anlayamıyorduk.”
Hepimiz onunla yan yana yaşıyor, fakat hiçbirimiz, onun, «Her köyde onu ayakta tutan bir doğru vardır» atasözündeki doğru insan olduğunu anlayamıyorduk.”
▬ ▬ ▬