BABA EVİ (Orhan KEMAL)

“Gerçekçi edebiyatın usta ismi”, “diyalog ustası”. Orhan Kemal’i tanımlayan bu ifadeler, onun Türk edebiyatında apayrı bir yeri olduğunu, bir “usta” olduğunu vurgular nitelikte.
15 Eylül 1914’te Adana Ceyhan’da dünyaya gelen yazarın asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü’dür. Babası Avukat Abdülkadir Kemali TBMM I. dönem milletvekilidir (1920-1923). Ailesinin Suriye’ye zorunlu göçü üzerine ortaokul son sınıfta öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalmıştır. Askerliği sırasında Maksim Gorki ve Nazım Hikmet kitapları okumak, yabancı rejimler lehinde propaganda yapmak suçundan beş yıl hapis cezası almıştır (1938). Bursa cezaevinde Nazım Hikmet’le tanışması yaşamının dönüm noktası olmuş, Nazım’ın toplumcu görüşlerinden etkilenmiştir. İlk öyküleri otobiyografik özellikler taşımaktadır. Eserlerinde insan – toplum ilişkilerini gerçekçi bir dille aktarmıştır. Bulgar Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak gittiği Sofya’da tedavi edilmekte olduğu hastanede 2 Haziran 1970’te vefat etmiştir. Mezarı İstanbul’da bulunmaktadır.

Hayatı ve eserleriyle ilgili daha ayrıntılı bilgilere ulaşmak isteyenler için bağlantı.
“Baba Evi”, “Küçük Adam’ın Romanı” adlı serinin ilk kitabı, kendi hayatından izler taşıyor. Yazar yaşadıklarını aynen aktarıp “anı” türünde bir eser vermek yerine yaşadıklarını yeniden kurgulayarak “roman” türünde bir eser vermeyi tercih etmiş.
Yukarıda da belirttiğim gibi Orhan Kemal kendi yaşamından yola çıkarak veriyor eserlerinin bir bölümünü. Belki de başarısı, başından geçenleri birebir aktarmadığı, olayları yeniden kurgulayıp can alıcı noktaları bize aktardığı içindir. Günlük konuşma dili, etrafınızda her gün görebileceğiniz insanlar, sade bir anlatım okuru kıskıvrak yakalayıveriyor. Olanı ya da olması gerekeni değil, “olabilir”i anlattığı için “usta” bir öykü ve roman yazarı olsa gerek. Sonuçta roman ve hikâyenin özelliklerinden biri de bu değil mi? “olabilir”i anlatmak.  

orhan kemal

“Babam ne ve neciydi?
Bilmiyorum.
Gümüş topuzlu bastonu, sarı çantası, hasırlı kırmızı fesi, bilhassa bana bakarken mutlaka çatılan kalın kaşlarıyla o, benim için, iri gövdeli bir korkudan ibaretti.”

                                               * * * * *

“Düşman! Düşman nasıl şeydi? Niçin geliyordu? Biz niçin kaçıyorduk? Bu toplar ne biçim şeylerdi?
Birden, ‘Tren geliyor!’ diye bağrışmalar oldu. Herkesin baktığı tarafa baktım. Ufkun orada simsiyah, kucak kucak dumanlar… Telgraf tellerindeki kuşlar silkindiler, başları omuzları arasından çıkarıp, gelen trene baktılar.
Lakin top sesleri…
Tren, henüz durmamıştı, birdenbire üşüşen insan kalabalığı içinde onu kaybettim. İnsanlar saldırmışlardı. Babaannem elimden şiddetle çekti:
‘Aptal aptal bakınmanın sırası değil, yürü!’
Evet ama… Kuşlar? Onları düşmandan kaçıracak babaanneleri yoktu ki!..”

                                               * * * * *

“Misafir erkekler babamla birlikte, ayrı oturur, lügatli sözlerle konuşurlardı. Hiç unutmam, babamın bile hürmet ettiği ak saçlı bir ihtiyar beyefendi, bir gün buğday başağının tanelerini saydıktan sonra:
‘Fesuphanallah,’ demişti, ‘doğrusu cennetten bir köşe! Vallahi bey oğlum, şöyle tabiatla koyun koyuna yaşamakla ne isabet ediyorsunuz bilseniz… Bizimki de hayat mı? Sokulmuşuz ahlaksızlık yatağı, ruhsuz şehirlere…’”

                                               * * * * *

“Memlekette, tanınmış bir fırka lideri, bir avukat, bir gazetecinin oğlu olmaktan bıkmıştım. Sokaklarda dolaşma, terbiyesiz çocuklarla oynama, küfretme gibi nasihatlerden usanmıştım. Öyle ki, kaç sefer, ah, keşke bir eskicinin çocuğu olsaydım, diye düşünmüştüm.”

                                               * * * *

“Ona karşı sırf o anda duyduğum bütün iyi şeyler, mermere düşen bir cam tabakası gibi tuzla buz oldu. Keşke bu türlü hareket etmeseydi… Bu türlü hareket etmeseydi, ihtimal onu sevmekte devam edecektim.”

                                               * * * * *

“Birden lafı değiştirdim:
‘Biz çok zengindik memlekette, şimdi çok utanıyorum.’
‘Neden?’
‘Şu postallarımdan…’
‘Aldırma…’
‘Aldırma mı? Ayıp değil mi bunlarla…’
‘Neden ayıp olsun? Benim bir ağabeyim var, der ki: eski ayakkabılarımdan zenginlerimiz utansın…’”
                                        ▬    ▬      ▬


Bu Haftaki Tercihleriniz

BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ (Faruk Nafiz ÇAMLIBEL)

KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ (Emre CANER)

YEŞİL MÜREKKEP (Osman BALCIGİL)

SANATIN GEREKLİLİĞİ (Ernst FISCHER)

DEDE KORKUT HİKAYELERİ