ZAMAN KAYBOLMAZ

“zaman kaybolmaz”, bir “İlber Ortaylı Kitabı”. Nilgün Uysal tarafından kendisiyle yapılan söyleşilerin yazıya aktarılmış hali. Bir başka deyişle, İlber Ortaylı’nın kendi tarihi.


Söyleşilerin başlangıç tarihi 2003. Nilgün Uysal Ekim 2005’te kitabın Önsöz’ünü yazmış; ilk basım tarihi ise Mart 2006. Elimdeki 9. Baskı. Bölümlere ayrılan kitapta İlber Ortaylı’nın hayat hikâyesi kırılma noktalarıyla birlikte verilmiş. Ailesi, öğrenim hayatı, mesleki çalışmaları, gezileri ile dolu dolu bir yaşam.



“Birbirinden ‘tamamen habersizce’ Kırım topraklarında yaşayan Şefika Hanım ve Kemal Bey’in; İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve yine tamamen farklı ve uzun serüvenlerle Kırım’dan kopup, Avrupa’ya gelmesi ve (Kırım’da değil de) Avusturya’da tanışarak evlenmesi ile başlıyor İlber Ortaylı’nın özel tarihi… Ve nelerden ve nerelerden geçmiyor ki?..
Henüz bir buçuk yaşındayken, Avusturya’dan İtalya’ya, oradan da gemiyle İstanbul’a geldiğinde bir bebek-adamdır. Türkçe, Almanca ve Rusça’yı aynı anda duyarak büyüdüğü için; önceleri ‘esir’ ile ‘eser’i karıştırsa da… sonraları hiç aşınmamış saf bir merakın rüzgarında; tozunu havaya savuracaktır mahallelerin, şehirlerin, ülkelerin, okulların, kitapların ve değişik dillerin… (Önsöz)”

İlber Ortaylı’nın en önemli özelliklerinden biri “merak”ı. Ama boş öyle boş bir merak değil. Kültüre, sanata, bilime olan merak. Sormak, öğrenmek, öğrendiklerini paylaşmak İlber Ortaylı tarihinin omurgasını oluşturuyor. Bunda aile geleneğinin, yetişme ortamının da payı büyük tabii ki. Kendisi de sahip olduğu kabiliyetleri ve yetiştiği çevrenin olanaklarını iyi değerlendirmiş. Sadece karşısına çıkan fırsatlarla yetinmeyen Ortaylı, çalışmış, araştırmış, didinmiş.                                                                                         
                                               * * * * *

“ ‘Hafıza’ ona göre bir tarihçide bulunması gereken en temel vasıflardan biridir:
‘Hafızası iyi olmayan ve hafıza eğitimi görmeyen birinin’ der, ‘tarihçi olması mümkün değildir. Tarihçi çocuğun biraz ‘olgun’ da olması gerek. Tarihçilik, lisans eğitimiyle edinilecek bir şey değil; başka dallarda ‘üstatlık edinenlerin’ gelip yapacağı bir şey tarih çalışması. (Önsöz)”

İlber Ortaylı Ankara'da kendi evinde, 1979

                                               * * * * *

“Zaten ‘tarihçilik’ tanımı yapmaya sıra geldiğinde kendisi de şunu söyler:
‘Aslında tarihçilik, sanattır. Bir ilmi tarafı vardır. Ondan sonra ‘ilmin üstünde’ bir tarafı gelir.’ (Önsöz)”

                                               * * * * *



                                               * * * * *



“Annem de Türkçe okumaya müthiş meraklı. Hiç Türk okuluna gitmemiş çünkü o. Lisanı tamamen evinden biliyor. Evden bilinen lisan, Rusya’da okuyan bir kadın için yeterli olmuyor. Çünkü o münevver bir insan. Bütün hayatı boyunca çok güzel düşünen ve yazan biri oldu. Hala Ruslar, onun yazdıklarına hayrandır. Fakat Türkçesinden hep şikâyeti oldu… Ve de hep okur; Yaşar Kemal’den başlayıp Kerime Nadir’e kadar okur… Cemil Cahit Cem’den Aziz Nesin’e kadar mizah edebiyatı okur.”

                                               * * * * *

“Babam makine mühendisi, çok iyi Almanca biliyor. Türkiye o sırada şarktan, garptan gelen herkese göre fakir bir ülkeydi. Ama insanlar şimdi olduğundan ‘daha mutsuz’ değildi; ‘daha az verimli’ de değildi.”

                                               * * * * *

“Halil (İnalcık) Bey’i de çocukken bizim evde tanıdım. Babam ona pek bağlıydı, yardım ederdi. Tercümeler yapardı Halil Bey için. Halil Bey sonradan benim de hocam oldu.”

                                               * * * * *

“Dokuz yaşında iyi piyano çalmak mümkündür ama iyi tarih tefekkürü yapılmaz”

                                               * * * * *


                                               * * * * *

“Eve bir giriyorsun, kubbeler, taş işlemeler… Maalesef bu nüfus azalıyor. Güneydoğu çok güzeldi. Urfa Ovası’ndan geçiyorsun, Mardin… Bir bakıyorsun kardeşim (sonbaharda) sapsarı bir deniz. Şehrin ise her sokağı bir nefaset. Müthiş etkilenmiştim o zaman.”

                                               * * * * *

“Osmanlı mezarlıkları çok daha hayata dönük. ‘Bizimle yaşıyor…’ iç içe. Renkleriyle, şekliyle… Batı mezarlığı ‘hayattan kopuşu’ gösteriyor. Ölümün ürpertisini hissediyorsun. Osmanlı Mezarlığı, oradan gelip geçen insanın bir ‘fatihasını bekleyişi’ yansıtıyor. Ölümü kabullenmiş. Oysa Avrupalı ölümü kabullenmemiş, hala yaşamak istiyor bu dünyada…”

                                               * * * * *

“Türk müziğine birden bire alaka duymaya başlamam da buna benzer bir vesileyle oldu. Azerbaycan müziği hoşuma gittiği için… Tabii çok bağnaz adamları da vardır Türk musiki dünyasının. Türk musikisiyle Batı musikisini karşılaştırırlar çok lazımmış gibi… ‘Bizimki daha üstündür’ der biri. Niye üstün olsun? Yahut niye alçak olsun? Ne alakası var? Neyle neyi mukayese edeceksin?”

                                               * * * * *

“İnsan buna çok acıyor. Tahılla geçinen bu memlekette Atatürk, bozkırın ortasında ‘elit’ bir Sosyal Bilim Üniversitesi kurmuş ve sonraki nesiller maalesef o anlayışı, o dehayı anlayacak kapasitede değil. ‘Basit düşünen insan’dan bir şey çıkmaz. Bir toplumu, ‘kalite arayan insan’ bir yere götürür.”

                                               * * * * *

“Bir adam çıkıyor, ‘Bozkırın ortasında Batı Medeniyeti’ni yaratırım ve bunun içine de Doğu’yu katarım’ diyor. Tam yapmaya başlıyor, arkasından gelenler onu anlamıyor. Ruhunu kavramıyor ve o iş yozlaşıyor. Türkiye’de yapılan bazı şeylerin gerilemesinin nedeni, zannedildiği ve iddia edildiği gibi ‘Müslüman yobazlığı’ değildir. ‘Basitlik’tir. Derine inememe ve ciddi çalışmamadır. Hemen işi ‘mevki sahibi olmaya ve kendine’ yontmaktır…”




                                               * * * * *

“Hoş adamdı. Her şeyin ekstremiydi Muammer Bey. Savunma yapar en ekstreminden… Politikaya dalar, heyecanla konuşur. Tartıştığı konularda, talebe, profesör, genç, yaşlı fark etmez. Samimiyeti olan bir adamdı. Onu kim sever, kim sevmez beni ilgilendirmez. Ama ben ‘derinlemesine giden insanı’ severim. Öylesi bu cemiyette çok bulunmaz.”

İlber Ortaylı meraklı ve araştırmacı bir kişi. Pek çok insana sıkıcı gelebilecek çalışmalar onun için bir nev’i “eğlence”. Yaptığı işten, öğrendiklerinden, kendini geliştirmekten büyük keyif alan biri. Fikirlerini de hiç çekinmeden dobra dobra söylüyor.



                                               * * * * *


                                               * * * * *

“Amerikalıları bilmem ama Kıta Avrupası’nda iyi yetişip gelen bir entelektüel – buna Türk de dâhildir – Amerikan üniversitelerinde çok büyük ilerleme yapar. Çünkü her tip profesör vardır orada. Rus, İsveçli, Macar, Alman… Ve her tip kitap bulunur ve önündedir. Fotokopi imkânları vardır.”

                                               * * * * *



                                               * * * * *

“Ecnebiler, İran konusunu ‘eski/yeni’ ya da ‘eski dil/yeni dil’i birlikte ele alır, birlikte öğrenirler. Türkiye’de böyle bir ‘İranistik’ yaklaşımı yok. Böyle bir İranistik olmayınca da ne İran’ı yeterince anlarız ne de – İran’ı anlamadığımız için – kendimizi anlarız.”

                                               * * * * *

“Tarihçide de bazı özellikler olmalı. Bunların başında ‘hafıza’ gelir. Hafızası iyi olmayan ve hafıza eğitimi görmeyen birinin, tarihçi olması mümkün değildir. Bu temel özellikleri olmayan biri, hiç böyle bir işe tevessül etmesin. Çok ‘sağlam hafızası’ olacak. Tabii eğitimi de olacak ama; hafıza ile eğitim birbirini tamamlar. İkincisi, ‘tarihçi’ olacak çocuğun, müzikten, fizikten, matematikten tut da lisana kadar, çok değişik alanlarda eğitim görmesi lazım. Bilhassa lisan konusunda…”

                                               * * * * *

“Felsefe dediğin şey, ‘üç kaynak’tan beslenir: ‘Filoloji, teoloji ve musiki.’ Hatta tarih ve hukuk bile bu üçünün altında gelir. Ama kesinlikle bu disiplinlerden sonra düşünülecek ve gündeme sokulacak bir şeydir felsefe… Yoksa liseye ‘felsefe dersi’ diye abuk sabuk bir şey koymakla ya da lise bitirenin felsefe okumasıyla olmuyor.”

                                               * * * * *

“Herkes okumaz. Herkes aynı şeyi okumaz, herkes lüks eğitime de girmez. Çocuk vardır, bazı şeyler olmaz ondan… Olmayınca da onu küçümseyecek değilsin. O da işçi olur, usta olur, ona göre okur. O da bir marifettir; marangoz olmak, tornacılık, muslukçuluk falan da… Ama muslukçu olandan da klasik filolog yapamazsın.”

                                               * * * * *

“Umumen biz çok becerikli, çok çalışkan insanlarız. Bizde olmayan şey ‘derinlik’tir.”


                                               * * * * *

“Düşünün ki, eski eserlerini ‘kendi başına kurtarmayı’ düşünmeyen bu millet, UNESCO yardımı bekliyor. Böyle bir şey olamaz. UNESCO gelecek de Ayasofya’yı ya da Zeyrek’i ya da Kapadokya’yı kurtaracak! Hadi efendim geç. Kendin yapacaksın.”

                                               * * * * *

“Mesela (2003’te kaybettiğimiz) vali Recep Yazıcıoğlu… Çok ilginç bir adamdı. Aynı köyden çıkan bir sürü zeki çocuk var; Adnan Kahveci falan… Bunların ‘ortak özelliği’ de para yememeleridir. Demek ki, o köyün ya da o cemaatin verdiği kültür bu. O zaman ‘hırsız’ veya ‘namuslu’ olmak; çok da kişisel bir şey olmuyor; daha çok aile ve cemiyet terbiyesine bağlı bir şey…”

                                               * * * * *

“Abdülhamid dirayetli bir padişahtır. Ülkenin zor zamanında dirayetle idare etmiş. ‘Son imparator’dur aslında, Osmanlı İmparatorluğu’nun o kozmopolit yapısını kavrayan ve onu götüren son imparatordur. Ama aynı zamanda da ‘Türkçü’ de bir hakandır. Çok zeki bir kişiliktir.”

                                               * * * * *



                                               * * * * *

“Bir muallim, öğrencilerine ‘çocuklarım’ diye bakmalıdır. Öğrencinin nereden geldiği, seni hiç ilgilendirmez. Bir hoca olarak her halükarda ‘diyalog’ kurmak zorundasın. Onu ‘etkilemek’ zorunda değilsin. Bir hocanın önünden ‘tesadüfün getirdiği’ bir kalabalık geçer… Bu insanların sonra hayatta çok farklı yerlerde otlayacakları da bir gerçek, seni hiç ilgilendirmez o insanları ne düşündüğü…”

                                               * * * * *

“Çocuklar, İngilizce kitaplarındaki gibi, ‘Mr. Brown’ tipi aile seviyor. Sakin ve içine kapalı… çocuklar ‘olağanüstü hayatı’ kırk yılda bir olursa seviyorlar. Yoksa sık sık evde birilerini görmek, bir dağınıklık ve evde bir yabancılaşma istemiyorlar.”

                                               * * * * *

“Yufka yürekliliği hak eden vardır, etmeyen vardır. Yani mel’unun birine, niye yufkalık yapayım ki? Yalan söylemiş, hırsızlık yapmış, dolandırmış, aldatmış, onu unutmam.”

                                               * * * * *

“Dengeyi kuramadığın ilişkileri sürdürmek çok tehlikelidir. Ne mutluluk getirir ne bir olgunluk getirir, bir yerden sonra çökertir, götürür insanı… Bitirmek lazım.”

Kitap Hakkında Kim Ne Demiş?
(İşaretli yerlere tıklayarak yazıların tamamını okuyabilirsiniz)

İnternet ortamında kitapla ilgili açıklayıcı pek bir yazı bulamadım. Bu sebeple sadece aldığım bir iki notu sizlerle paylaşacağım..
Kitabın bir “İlber Ortaylı Tarihi” olduğunu belirtmiştim. Ancak işin magazin tarafından hoşlananlar için kitap hayal kırıklığı yaratabilir. Çünkü özel hayatı ya da basına yansıyan ani çıkışlarıyla ilgili sorulara yer verilmemiş kitapta. Bu anladığım kadarıyla biraz da İlber Hoca’nın tercihi.
Yine aynı şekilde tarihle ilgili ağır sohbetler, açıklamalar da yok. Yani tarihi bir kitap da değil.
Hoşuma giden, kitabı okurken İlber Ortaylı’nın yaşamının yanı sıra bir döneme de tanıklık etmekti. Gezdiği yerlerin yıllar içinde geçirdiği değişiklikler, eğitim sisteminin farklılaşan yönleri, yaşadığı dönemin tarihiyle ilgili ipuçları…
Bazen Nilgün Uysal’ın sorduğu sorulara hemen cevap vermiyor Ortaylı. Konudan konuya geçiyor. “Onu da söyleyeyim, bak bir de bu vardı” havası seziliyor yine bu kitapta. Ama Nilgün Uysal pes etmeyip soruyu tekrar yöneltiyor çoğu zaman.
Kitapta İlber Hoca’nın farklı dönemlerde çekilmiş fotoğrafları var. Bu da onunla birlikte zamanda yolculuk yapmamızı kolaylaştırıyor. Kitabın son bölümünde yer alan fotoğraf albümü, kaynakça ve İlber Ortaylı biyografisi de kitaba ayrı bir zenginlik katmış.
Kitabın adı ilgimi çekmişti. “zaman kaybolmaz”. Meğerse İlber Hoca’nın önceki yıllarda “Zaman Kaybolmaz” adlı bir de televizyon programı varmış.


İlber Hoca için basında, sosyal medyada pek çok şey yazılıp çiziliyor. O bazıları için sivri dilli, ukala, züppe; bazıları için  kültürlü, bilgili, paylaşımcı olmaya devam edecek.
                                      ▬    ▬      ▬

Bu Haftaki Tercihleriniz

KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ (Emre CANER)

GÖR BENİ (Azra KOHEN)

BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ (Faruk Nafiz ÇAMLIBEL)

BANDO TAKIMI (Muzaffer İZGÜ)

ŞEMS-İ TEBRİZİ'NİN ÖĞRETİLERİ