PARFÜMÜN DANSI (Tom ROBBINS)
Ölümsüz olmak ister miydiniz? Sonsuza kadar yaşamak… Ruhen,
zihnen ve BEDENEN. İmkânsız mı? Biliyorsunuz kitaplarda imkânsız yoktur. Hatta yeri
gelir size pek çok sır verirler. Kimler mi? Tabii ki kitap kahramanları. Bu sefer
ki sırdaşlarımız Alobar ve Kudra. “Parfümün Dansı” adlı kitapta saklanmışlar, heyecanla okurlarını bekliyorlar.
Onlar ölümsüzlüğün sırrını buldular, hayatı farklı
yönlerden karşılıyorlar. Peki parfümün, kokunun ya da “pancar”ın bununla ne
ilgisi olabilir? Evet yanlış okumadınız “pancar”. Hikâyenin başrol oyuncusu. -Hatta önceki çeviride kitabın ismi “Pancarın Dansı” - Alobar, Priscilla ve diğerlerini buluşturan ortak nokta.
Amerika’dan Paris’e uzanan bir yolculuk ve yüzyıllar öncesinden gelen üç isim:
Alobar, Kudra ve Pan. Çok mu alakasız?! Hayat da öyle değil mi zaten. Birbirinden
alakasız şeyler bir şekilde bağlantıya geçip alakalı hale gelmiyor mu?
“Yıllardır
bu binada öyle çok insan yaşamıştı ki, sonunda bina da kendine göre bir yaşam
edinmişti. Her tuvalet, İtalyan tenorları gibi gargara sesleri çıkarır, her
buzdolabı çayırda otlayan bufalolar gibi homurdanırdı.
Eski yapım apartmanların çoğunda, renkler ve sesler gibi, kokular da
kuşaklar boyunca birikmiş olurdu. Fırında pişen kekler, tencerede haşlanan
sebzeler! Ama Priscilla’nın dairesi bu açıdan ötekilerden farklıydı. Burası
kimyasal madde kokardı…”
*
* * * *
“1200’lerde
Haçlılar, Filistin’den döndüklerinde parfüm denilen şeyi Fransa’ya lanse etmiş;
sonra da güzel kokular orada sevilmeye tutulmaya başlamıştı. Papazlar parfüm
yapmasını da bira yapmak kadar iyi öğrendiler. Bugün gökdelenin bodrumunda,
eski parfüm atölyesinin karanlık dehlizlerini görmek mümkündü. Zaten gökdeleni
oraya kuran LeFever ailesi, parfüm işini manastırdan on yedinci yüzyılda satın
almıştı.”
*
* * * *
“Doğmak
ve ölmek kolaydı. Zor olan hayatın kendisiydi.”
*
* * * *
“Alobar itiraz
edecekken Şaman sözünü kesti. ‘İnsanoğlu bitkilerden ve hayvanlardan
uzaklaşıyor,’ dedi. ‘Yavaş yavaş onlarla olan bağını koparıyor. Günün birinde
tekrar ilişki kurmak zorunda kalacak. Eğer evren yaşayacaksa, insanoğlu buna
mecbur olacak. Ama şimdilik, belki yeni yoluna koyulsa gerçekten de daha iyi
olur.’”
*
* * * *
“İnsanın
bir dâhiyi fark etmesi için kendisinin de dâhi olması gerekmez. Eğer öyle olsa,
Einstein hiçbir zaman Beyaz Saray’a davet edilemezdi.”
*
* * * *
Bu kitabı aslında daha önce de okumuş ve beğenmiştim. Ancak kitap
bende olmadığı, elimde de notlar bulunmadığı için blogda yer verememiştim. Uzun
bir aradan sonra kitabıma kavuşunca hemen sizlerle de paylaşmak istedim. Tom Robbins
geniş hayal gücü ve dili kullanmadaki ustalığıyla hemen dikkat çekiyor. -Tabii burada çevirmen Belkıs Çorakçı
Dişbudakın da hakkını teslim etmek gerek. – İlk başta farklı hikâyeler bizi
biraz şaşırtsa da ana hikâyeye ulaştığımızda işler daha keyifli hale geliyor. Yazarımız
bilgisini göze sokmadan ilginç benzetmeler ve farklı detaylarla bizi keyifli
bir yolculuğa çıkarıyor. Gerçek bir dünyada (!) gerçeküstü olaylarla karşılaşmak,
ölümsüzlüğün sırrına kavuşmak istiyorsanız kitap tam size göre.
“Bazılarına
göre, bir şey eğer kokmuyorsa, Marcel LeFever o şeye ilgi göstermezdi. Ama
Claude kuzenini daha yakından, daha iyi tanırdı. Hem zaten başka insanların
burnuna gelmeyen kokuları alabilmek de Marcel’in özel yeteneği olduğuna göre,
belki onun dünyasında bazı karakteristik kokular da var olabilirdi. Claude
kumsaldaki o geceyi hatırladı. Marcel denizin dolunay günlerinde, hilal günlerindekinden
farklı koktuğunu söylemişti.”
*
* * * *
“Tavşanların
yüz milyon koku alma siniri olduğu hesaplanmaktaydı. Burnunu durmadan
kıpırdatıp durması boşuna değildi. O burun sürekli olarak dalgalanan bir
aromatik fırtınanın uyarıları altındaydı.”
*
* * * *
“Ortalık
öylesine pırıl pırıl aydınlıktı ki, gözleri gölge bulabilmek için
gözkapaklarının gerisine saklanmak istiyordu.”
*
* * * *
“Kendi
gemine kaptanlık edemiyorsan, hangi yanlış limana vardığına şaşırmamalısın.”
*
* * * *
“Belki diyeceksiniz
ki, on beş yaşında bir kızın ailesine kafa tutmasını, toplumuna
başkaldırmasını, ağırlıklı kültürel ve dinsel geleneklere isyan etmesini ve pek
anlayamadığı bir rüyayı izlemesini beklemek de çok fazla olur. Elbette çok
fazla olur. Kendi kaderini kendi tayin etmenin fiyatı hiçbir zaman ucuz
değildir. Hele bazı durumlarda, düşünülemez bile. Ama insan harikuladeliğe
ulaşmak için, düşünülemeyecek olanı düşünmek zorundadır.”
*
* * * *
“Bilgeliği
ellerinde tutanlar, onu her gelen serseme öylece sunamazlar. İnsanın onu
alabilmek için hazırlanmış olması gerekir. Yoksa ona yararından çok zararı
dokunur. Ayrıca, bilgeliğin o duru sularında yalpa vuran bir sersem suyu
bulandırınca, herkese de zararı dokunur. Demek ki bilgiyi arayan insan önce
sınanmalı, buna layık olup olmadığı anlaşılmalıdır.”
*
* * * *
“Eğer dünyanın
gündüz kadar geceye de ihtiyacı varsa, ruhun da aydınlığı dengelemek için
karanlığa ihtiyacı olması gerekmez miydi?”
*
* * * *
“Küçük mucizeleri
kabul ettiğimiz zaman kendimizi büyük mucizeleri hayal edebilecek yeterlilikte
hissederiz. Bir istiridyenin içinden parlak, canlı, lezzetli bir canlının
çıkabileceğini kabul ettiğimiz anda, aynı kabuktan Afrodit’in geleceğini de kabul
etmişiz demektir. Bununla da yetinmeyerek, Afrodit’in kabuğundan büsbütün
uzaklaşacağını, kendine bir stüdyo daire edineceğini, tıpkı istiridye gibi onu
istediği biçimde donatacağını da düşünebiliriz; ama hayal gücü, pek zengin
değilse bu noktadan önceki bir yerde durmak zorundadır.”
*
* * * *
“Öyle
sert adamdı ki, kırk yılda bir yüzüne zorla bir gülümseme kondurduğunda vücudu
o gülümsemeye bir hastalıkmış gibi muamele eder, bu yabancı hayatı bünyesinden
bir an önce atabilmek için interferon salgılama hızını üç katına çıkarırdı.”
*
* * * *
“
‘Durdurabilir misin?’ Bu ufacık soru masif bazalttan oyulmuştu. ‘Nasıl emin
olabilirsin?’ Üç kelimenin toplamı bir ton geliyordu ve buna noktalama
işaretleri dâhil değildi.”
*
* * * *
“Hep
aynı konuda tartışıyorlardı. En iyisi de buydu zaten. Eğer âşıklar mutlaka
kavga edeceklerse, en azından uzmanlaşmaları iyi olurdu.”
*
* * * *
“Hayata
karşı merak beslemeyen, var olmaktan çok az sevinç duyan kimseler,
bilinçaltında hastalıkla, kazayla ve şiddetle işbirliği yapar, onları kendi
üstlerine çekerler, diyordu.”
*
* * * *
“
‘İlginç’, diye düşündü Priscilla. ‘Bu adamlar çabucak buradan kurtulmak
istiyor, dışarıdakiler de içeriye girmek için yanıp tutuşuyor.’”
* * * *
*
“Mutlu
sersemler konusunda haklısınız. Ama onlar mutlu olmaktan çok, beyinleri
çıkarılmış tipler. Beri yandan, asık suratlı mutsuzun durumu da aynı derecede
gülünç. İnsan mutsuzken dikkat hep kendine döner. Kendini çok ciddiye alır.
Mutlular, yani kendilerini gerçekten sevenlerse, pek düşünmezler kendilerini.
Mutsuzu neşelendirmeye çalıştığında, istemez, karşı çıkar. Çünkü dikkatini
kendinden ayırıp evrene yöneltmek zorunda kalacaktır. Mutsuzluk, kendine
düşkünlüğün varacağı son noktadır.”
*
* * * *
“Eskiden
insanları mikroplar öldürürdü. Şimdi ise kötü alışkanlıklar öldürüyordu. Doktor
Dannyboy öyle söylemişti. Kalp hastalığı, kişisel kötü alışkanlıklardan
doğuyordu. Kanser, sınai kötü alışkanlıklardan doğuyordu. Savaş da siyasi kötü
alışkanlıklardan doğuyordu.”
*
* * * *
“Oysa
Wiggs, geleceği özlemenin, geçmişte yaşamak kadar cansız bir şey olduğunu
söylüyordu. Özlem de, umut da özgün yaşantıyı engelleyici şeylerdi.”
▬ ▬ ▬