GÖRÜNÜYORUM O HALDE VARIM (Tayfun ATAY)

Eskiden, “okuduğumuz”, “anladığımız”, düşündüğümüz” kadar vardık; günümüzde ise “göründüğümüz” kadar varız. Ne de olsa çağ “hız çağı”. Durmaya, düşünmeye, okumaya vakit yok.


Tayfun Atay’ın “Görünüyorum O Halde Varım” adlı kitabını Can Yayınları’nın sosyal medya hesaplarında görmüştüm. Başlığı oldukça çarpıcı bulmuş, alt başlıktaki “Meşhuriyet Çağı” ifadesine de takılmıştım. Hakikaten de bir meşhuriyet çağındayız. Neredeyse hemen herkes meşhur”. Herkesin meşhur olduğu bir dünyada kim “gerçekten meşhur tartışılır ya, konumuz bu değil.

Altı bölümden oluşan kitapta ana başlıklar şu şekilde sıralanıyor: “Her Canlı Şöhreti Tadacaktır!”, “Ekrana Sıkışan Dünya”, “Acunsal Enerji”, “Folk’tan Pop’a Dinin seyri”, “Çocukluk Bitti Çocuğum!” ve “İnsanın Makineyle İmtihanı”. Bu bölümlerin her biri de konuyla ilgili olarak alt başlıklara ayrılmış. Ben de alıntıları aktarırken bu alt başlıklardan yararlandım.


Yazar hakkında bilgiler, kitabın yazılış sebebi, kültür hakkında genel bilgilere kitabın giriş bölümünde yer verilmiş. Böylelikle kitabın genel yapısı hakkında bilgi sahibi oluyorsunuz.

“TAYFUN ATAY, 1962 Ankara doğumlu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Antropoloji öğrenimi gördü. Aynı üniversitede yüksek lisansını tamamladı. Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda (SOAS) yüksek lisans ve doktora yaptı. Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Halkbilim (Etnoloji) Bölümü ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı, dersler verdi.”

                                               * * * * *

“2002 yılı Noel zamanı İngiliz ITV televizyonunda yayınlanan İngiltere’nin En Parlak Çocuğu adlı bilgi yarışmasında 24 çocuk finale kaldı. Yarışma öncesi çocuklar kısaca kendilerini tanıtıp büyüyünce ne olmak istedikleri sorusuna yanıt verdiler.
Doktor, mimar, avukat gibi klasik karşılıkların yanında, çocukların ‘top model’, pop şarkıcısı, televizyon sunucusu, şovmen, futbolcu gibi yanıtları da dikkat çekiciydi.
Ama hiçbir yanıt, yarışmada birinci olan Laura Hibbert’inki kadar çarpıcı ve sarsıcı değildi.
Laura’nın yanıtı şuydu:
‘Meşhur olmak istiyorum!’ (“Büyüyünce Meşhur Olucam!”)”

                                               * * * * *

“Meşhur olma isteği elbet her devirde mevcuttu. Ama böylesi bir kitlesel arzuya dönüşmüş olması, zamanımıza özgü.
Kimsenin kimseyi umursamadığı, herkesin herkesten ürktüğü bir ‘kalabalık yalnızlıklar’ dünyasında var olmanın ve var ‘sayılma’nın yolunun artık çok daha fazla ‘görünmek ve tanınmak’tan geçtiği sanısında insanlık. Bu, kaçınılmaz bir şekilde ‘meşhurluk hevesi’ni kamçılıyor.
Ama işte, bu sadece bir sanı…
Belki giderek ‘sanallaşan’ dünyada bu da yeterli yaşamak için diyebilirsiniz.
Peki ya ‘gerçekler’?..
‘Gerçeklere fazla takılıp kalma, yorma kafanı’… diyen çok olsa da…
Bu kitap hâlâ kafa yormadan duramamanın telaşlı mutluluğuyla yazıldı!.. (“Büyüyünce Meşhur Olucam!”)”


                                                         

                                               * * * * *

“Başlangıçta bu kitap 2004 yılında yayımlanmış Yaşasın Meşhuriyet Çağı üst başlıklı kitabımın gözden geçirilmiş ve genişletilmiş yeni baskısı olarak planlandı. Ancak daha sonra, o kitabın devamı niteliğinde, başlı başına yeni bir kitap olarak hazırlanıp okura sunulmasına karar verildi.
Yaşasın Meşhuriyet Çağı, Türkiye’nin görsel kültürün kuşatıcı etkisine toplum olarak bütünüyle girişinin eşiğinde kaleme alınmış bir çalışmaydı.
Görünüyorum O Halde Varım ise sürecin artık bizim ‘yeni normal’imiz haline geldiği oturmuş, olgunlaşmış aşamasındaki gözlem ve yorumlar toplamından çıkıyor. (Giriş)”

                                               * * * * *

“Bu süreç oldukça farklı bir insanlık algısı ve anlayışının da biçimlenmesine yol açar. Artık ‘düşünmek’ten çok ‘seyretmek’; ‘bilmek’ten çok ‘görünmek’; kafaya değil göze hitap etmek; meslek sahibi olmaktan çok şöhret sahibi olmak; çalışmaktan çok kolay para kazanmak; ‘emek’ten çok ‘eğlenmek’, toplumsal tercih olarak rağbet görmeye başlar.  (Giriş)”

                                               * * * * *

“Elinizdeki kitap, söz konusu ‘tablo’ karşısında kaleme alınmış yazılardan oluşuyor. Kültürü ‘tüketim metaı’ olarak alan kültür endüstrisi karşısında, kültürü insanı insan kılan ‘üretim etkinliği’ olarak kavrayan antropolojik yaklaşım, bu yazıları biçimlendirmekte.  (Giriş)”

                                               * * * * *

“Tarihsel belirim ve etkinlik itibarıyla folk kültür, ‘sözlü kültür’le; popüler kültür, ‘yazılı kültür’le; kitle kültürü de ‘görsel kültür’le genelleme itibarıyla bağlantı içinde karşımıza çıkmaktadır. (Giriş)”

                                               * * * * *

“ ‘Türkiye’de yaşam standartları çok düşük; çalışarak hiçbir yere gelinmiyor,’ değerlendirmesini yapan biri, hemen ardından, ‘Türkiye kolay para cenneti; bize de kolay para lazım,’ diyebiliyor. (Şöhret Virüsü Ülkeyi Sardı)”

                                               * * * * *

“Yanımda Ataşehir’den gelmiş bir aile oturuyor. Anne, baba, sekiz yaşındaki oğulları ve 11 yaşındaki kızları Büşra ile. Baba ile konuşuyoruz. ‘Popstar çıkalı hiçbir yere götüremiyoruz. İlla oraya gideceğiz diyorlar. Hafta sonu derslerine zor çalışıyorlar.’ Çocuklara, ‘Dersinize çalışırsanız Popstar’a götürürüm,’ deyip demediklerin soruyorum. Cevap sarsıcı: ‘Tersi oluyor. Götürmezsen çalışmam diyorlar!’ (Büşra’nın En Mutlu Günü)”

Artık istesek de istemesek de pek çok şeye bakış açısının değiştiği bir çağda yaşıyoruz. Buna bağlı olarak eğitim, okumak, üniversite gibi kavramların da ifade ettiği şeyler değişmekte. Yine Tayfun Atay’ın bu konuyla ilgili yazısını okumak isterseniz: Buraya kitap okumaya değil, diploma almaya geldik! 
Bir iki hafta önce 9. sınıf öğrencimle yine bu minvaldeki şakayla karışık diyaloğumuz da oldukça ironik.
“Hocam instagram hesabınız var mı?
“Hayırdır Yasin neden sordun?
“Bu dönem artık geçti de ikinci dönem paylaştığınız tüm fotoları beğenicem, siz de bana o zaman performans notu 100, 100 verirsiniz artık.

                                               * * * * *


“Ve ‘selfie’, ne düşündüğünüzün, ne söylediğinizin, ne yaptığınızın, kısaca ne olduğunuzun değil; nasıl göründüğünüzün önem taşıdığı, başka hiçbir şeyin anlam ifade etmediği bir dünyada varlık sergileme yolunda halihazırda elimize tutuşturulmuş en rutin seçenektir. (Hülya’nın ‘Selfie’si)”

                                               * * * * *

“Belli bir yüz ifadesinin, belli bir duruş ve bakışın, saça, göze, dudağa belli biçim vermelerin ve de belli mimiklerin herkesçe kendine yönelik uyarlanması. Böylece de ‘özçekim’ olmanın ötesinde, özde bir ‘toplu maskeleşme ayini’ olması… (Selfie: Özçekim mi ‘Özmaske’ mi?)”

                                               * * * * *

“ ‘Selfie’ çığırı dikkate alındığında insanlığımızın kimlik sorunu veya kimliğini sorgulamak gibi bir derdi olmadığını, esas sorunun dışarıdan ya da dışarıya nasıl görünmek istediğimizle ilgili olduğunu düşünmek daha doğru olur. (Selfie: Özçekim mi ‘Özmaske’ mi?)”


                                               * * * * *

“Çağımız, imaj çağı. Bunun anlamı da ne düşündüğünüzün, söylediğinizin, yaptığınızın değil, nasıl göründüğünüzün önemli olması…
1950’lerden itibaren insan hayatında baskın hale gelen elektronik teknolojisi, ‘yazılı kültür’ü zamanla sönümlendirerek ‘görsel kültür’ün önünü açtı ve ‘Görünüyorum, o halde varım’ mottosunu adeta insan hayatının şartı haline getirdi. (Beni Baştan Yarat)”

                                               * * * * *

“Yaşlanmanın yaşarken ‘ölmek’; maziyi ve tecrübeyi anlatan izlerin ‘günah’; bilgi ve düşüncenin de ‘teferruat’ sayıldığı ‘görsel kültür’ çağının norm ve standartlarını örneklemek açısından ibretlik programlar bunlar. (Beni Baştan Yarat)”

                                               * * * * *

“Postman’ın kitabının en ilginç ve düşündürücü yanlarından biri de George Orwell’in 1984 ve Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya adlı politik bilimkurgu romanları arasında yapılan karşılaştırma. Orwell’in insanı ezen bürokratik-totaliter bir sistem kehanetinin gerçekleşmemesi karşısında ferahlık, hatta zafer hisseden ‘liberalist’ Amerikan zihniyetine, Huxley’in romanındaki bir diğer felaket kehanetini hatırlatır Postman. Dahası, bunun gerçekleştiği kanısındadır:
Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley’in korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyen kimsenin kalmayacağı şeklindeydi. Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğinden korkuyordu.’ (Postacı ve Terminatör)”

                                               * * * * *

“Temel karakteristiği görsellik olan kitle kültürü, köken aldığı Batı dünyasında da yazıyı, okumayı, edebiyatı ‘öteledi’, ancak yazılı kültür bu toplumların kültürel dokusunda yüzyıllara dayanan yeriyle tamamen sıfırlanma noktasına gelmedi hiç.
O yüzden yazı ile görüntü, edebiyat ile dizi-film, okuma ile seyretme arasında hep ikincilerin lehine eşitsizlik, bizdeki kadar büyük değil.
Çünkü bizim coğrafyamızın gerçek anlamda bir ‘yazılı kültür’ evresi olmadı. (Aşk-ı Memnu’nun Kitabı Çıkmış!)”

                                               * * * * *

“Türkiye’nin ‘Meşhuriyet Çağı’na merhaba demesi, 2000’ler eşiğidir. Ama bunun önünün açılışı, 1990’ların başından itibaren söz konusu oldu. Özel televizyonların yayına başladığı ve ‘kültürel’ anlamda bir patlama etkisi yaptığı ilk on yıllık dönem, bizim ‘Meşhuriyet Çağı’mızın ‘prehistorya’sıdır (tarihöncesi) denilebilir. (‘Meşhuriyet Çağı’nın Gerçekleşmiş Rüyası: Acun Ilıcalı)”

                                               * * * * *

“Neşe içinde akıp giden konuşmayı ağzım açık dinlerken ‘teyzemiz’ kırmızı donuyla yeni yıla girdiğinde neyin olmasını dilediğini söyleyerek bağlıyor sözünü:
‘Evimiz oldu, arabamız oldu; eh şimdi de paramız olsun da hacca gidelim!..’
Kırmızı donun kerametiyle hacca gitmek!
Halkımızın nasıl ‘aşmış’ olduğunu görüyor musunuz?!
Müftüler ne fetva yazarsa yazsın, halk, dinini hep bildiği gibi yaşadı, öyle yaşamaya da devam ediyor. ‘Bâtıl inanç’ diye tu kaka edilen ‘folklorik’ dindarlığını modernleştirmeyi de ihmal etmeden üstelik.   Ağaçlara çaput bağlayarak, yatırlara şeker bırakarak tuttuğu dilekleri artık yılbaşında kırmızı don giyerek tutuyor!
‘Çağın ruhu’na uygun bir yenilikle yani… (Kırmızı Donun Kerameti)”

                                               * * * * *

“İşte yine aynı terane, aynı vasat kavrayış ve aynı tescilli yanlış: Noel, eşittir, yılbaşı…
Halbuki defalarca değindik ki öyle değil. Bize doğum günü diye 25 Aralık yutturulan İsa’nın ne zaman doğduğunun bilinmediğini geçelim! ‘1 Ocak’ın Hıristiyanlıkla tarihsel bir bağını kurmak dahi mümkün değil. (Cübbeli’nin Kızı: Ne Gördü Yuvada Onu Öttü Havada)”

                                               * * * * *

“Yani, ne yaparsanız yapın ekranda, ister siyaset, ister tartışma, ister bilgi ya da düşünce paylaşımı ve isterseniz de vaizlik, ama mutlaka ‘eğlenceli’ yapın!.. (Vaaz Hiçbir Şeydir, Reyting Her Şey)”

                                               * * * * *

“Türkiye’de ise esasen 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında doğmuş ve şimdilerde ergenliklerini sürenler, Türkiye’de kitle kültürünün biçimleyici etkisine tâbi olmuş, daha doğrusu maruz kalmış ilk kuşaktır. Konunun ince ama önemli ayrım noktası şu: Bu kuşak, televizyon seyretmiyor yalnızca; ‘hayatı televizyon seyredercesine yaşıyor’!.. (Çocukluğun Dönüşümleri)”

                                               * * * * *

“Hem çocuklar hem de yetişkinler, çocukluğu da sermaye yapmış bir kültür (eğlence) endüstrisinin egemenliği altında birer tüketici konumunda.
Sözün özü, çocukluk yok olmadı, ‘sermaye’ oldu.
İşte ‘O Ses’, bu sestir!.. (‘O Ses’, Çocuk Sesi mi?)”


Tam da bu noktada Ömür Kurt’un bir yazısına dikkat çekmek istiyorum. Blogger anneler hakkındaki bir köşeyazısı. Psikolog, sosyal medya uzmanı ve blogger annelerin konu başlığı hakkındaki (Blogger anneler teşhirci mi?) görüşleri alınmış. En çok dikkatimi çeken de psikolog ve medya uzmanlarının açıklamalarına rağmen annelerin paylaşımları ve sözleri. Yazıyı okumak isterseniz: Blogger anneler teşhirci mi?  
İtalya’da yakın bir zamanda çıkan mahkeme kararı ise sosyal medya boyutunun hayatımızda nerelere vardığını göstermesi bakımından dikkat çekici. 8 Ocak 2018 tarihli haberi okumak için: Anne suçlu bulundu

                                               * * * * *

“Tıpkı Louvre’daki ‘biçare’ Mona Lisa gibi! Küresel bir insan selinin aktığı müzede tablonun bulunduğu salon tıklım tıklım, ama kimse tabloya bakmıyor! Ellerinde fotoğraf makineleri, cep telefonları, Ipad’leriyle insanlar ya itişe kakışa tablonun fotoğrafını çekmeye ya da en ön safa geçip, kafalarını cep telefonu ekranında arkalarındaki tablonun yanına gelecek şekilde yerleştirip, ağızları kulaklarında ‘selfie’ yapmaya çalışıyor. (Brand-New Baby Boy)”


                                               * * * * *

“Biz zamanı değil, zaman bizi kullanıyor.
O yüzden de her daim bir yetişememe ve yetiştirememe baskısıyla yaşıyoruz hayatı.
Belki de bir ‘kaçış hali’ bu. Dinlenmek, tempoyu yavaşlatmak ve bize ne olup bittiği üzerine düşünmek korkutuyor belki?!
Durmaksızın, hızla ve yorula yorula yaşamak, hızın sarhoşluğunda uyuşmak en etkili ‘müsekkin’ oluyor çağın gidişatına etki etme gücünden yoksun ‘çoğunluk’ için… (Hızlı, Hızla ve Hazla Yaşa!)”

Dünyayla, çevreyle, yaşamla, kendileriyle ilgili kaygıları olanlar; okumaya, düşünmeye, sorgulamaya devam edenler - ya da devam etmeye çalışanlar - kitabı okumalı kanısındayım. Bazen gülümseten bazen hüzünlendiren, çoğu zaman da düşündüren bir kitap, Görünüyorum O Halde Varım. 
Sorgulamadan çağa ayak uydurur, çağın tüm gereklerini kabul mu edersiniz yoksa Mina Urgan’ın Bir Dinozorun Anıları adlı kitabındaki sözlerine mi katılırsınız 
 “Çağımıza uymak zorundayız palavrasına da hiç mi hiç inanmıyorum. Eğer yaşadığım çağın en yüce ideali köşeyi dönmekse; eğer yaşadığım çağ toplumsal adaletsizlik üstüne kuruluysa; eğer yaşadığım çağ inandığım her şeyi yadsıyorsa; eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik egemense, ben böyle bir çağa neden ayak uydurmak zorunda kalayım? Tam tersine, başkaldırırım, direnirim böyle bir çağa karşı.”
bilemiyorum ama günümüzde salt görünmek ya da salt düşünmek arasındaki ince çizgiyi korumak geleceğimiz için önem taşıyor galiba.

                                               * * * * *

“Teknopolinin bu yeni dünyası, Postman’a göre ‘imkânsız’ bir dünyadır:
Hadiseler bir dakikalığına görünürler ve daha sonra yok olurlar. Bu, imkânsız dünyadır. Bu, insanlığın ilerlemesi fikrinin yerini teknolojik ilerleme fikrinin aldığı bir dünyadır. Amaç, cehaletin, hurafelerin, acıların giderilmesi yerine kendimizi yeni teknolojilerin gereklerine uydurmaktır. (Teknopoli’de ‘Adam Asmaca’ Oynamak!)”


                                               * * * * *

“Öyle ki cep telefonu işlevsizleşenlerin halini anlatan yeni bir kavram bile var: ‘Nomofobi’…
İngilizce ‘No mobile phobia’  cümlesinden türetilen sözcük, cep telefonsuz kalanların korkusunu tanımlamak üzere kullanıma sokulmuş.
Böyle bir ‘sorun’ var artık yani. Bir ‘bağımlılık’ sorunu bu. (‘Cep’siz Kalmaktan Kork!)”

                                               * * * * *
“Ve sonuçta Mars’ın da Dünya ile aynı kaderi paylaşacağını kederlice tahmin etmek de zor değil… Yani:
Kolla kendini Mars, ‘İnsan’ geliyor!.. (Kıyamet Ütopyamız MARS)”
                                     ▬    ▬      ▬
İlginizi Çekebilir:

Bu Haftaki Tercihleriniz

BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ (Faruk Nafiz ÇAMLIBEL)

KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ (Emre CANER)

YEŞİL MÜREKKEP (Osman BALCIGİL)

SANATIN GEREKLİLİĞİ (Ernst FISCHER)

DEDE KORKUT HİKAYELERİ