YEŞİL MÜREKKEP (Osman BALCIGİL)

“İçimizdeki Şeytan”, “Kürk Mantolu Madonna” denilince dilimizden dökülüveren isim Sabahattin Ali. Sadece romanlarıyla değil şiirleriyle de hayatımızda, dilimizde. Bazen bir sevdayı anlatmış, bazen de toplumsal sorunlara dikkat çekmek istemiş. 
Gerek hayatı gerek eserleriyle edebiyatımızda önemli bir yere sahip Sabahattin Ali’nin  “hayatı roman”. Hem de ne roman! Almanya macerası, sevdaları, hapishane günleri, kendi ayaklarıyla bilmeden ölüme gidişi…



Nahit, Meliha, Maria ve diğer sevdaları yüreğini; Nâzım Hikmet, Aziz Nesin ve diğer dostları düşünce dünyasını nasıl zenginleştirmişti? “Yeşil Mürekkep”in hayatındaki rolü neydi?

“Başına gelecekleri bilse, katiyen çıkmazdı o yolculuğa Sabahattin Ali.
Kimi zamanlar olduğu gibi çalar saati susturur, yorganı kafasına çeker, sabahın keyfini çıkarırdı.”

                                               * * * * *

Sabahattin Ali’nin son yolculuğuna çıktığı günün sabahından 20 yıl önceye 1928’in Kasım ayına dönüyoruz. Kitap, Sabahattin Ali’nin Almanya macerasıyla başlıyor. Modernliği yakalama çabasındaki genç Türkiye Cumhuriyeti’nden Almanya’ya giden beş genç. 1907 doğumlu Sabahattin Ali’nin gözünden Almanya. Kültürü, edebiyatı, müziği…

“Anlaşılan Almanya’ya dil öğrenmeye hep birlikte gideceklerdi.
Beş gencin hepsi de öğretmen okulu mezunuydu ve Gazi’nin isteği üzerine uygulanan bir program uyarınca, İstanbul’dan yola çıkmak üzereydiler.”

                                               * * * * *

Tabii bu arada Sabahattin’in başında esen gençlik rüzgârları. Sevdaya sevdalı bir gencin yaşadıkları.

“Henüz on dokuz yaşındaydı o tarihte Nahit Hanım. Güzel mi güzel, akıllı mı akıllıydı.
Böyle olunca, beyler etrafında pervaneydi.
Yozgat’a gitmeden önce İstanbul’da âşık olmuştu Nahit’e Sabahattin. Aşkını ilan etmiş, olumsuz cevap almıştı.
Yozgat’tan da dünya kadar mektup yazmıştı ama sonuç değişmemişti.
Yenilgisini, ‘Servet-i Fünun’da Bir Macera’ başlığı altında ifade etmişti genç adam.
Tıraşını olurken, bu şiirin ilk dörtlüğünü yüksek sesle tekrar etti: 


                                               * * * * *

“Nahit’in eline güzellikte, cazibede ve daha birçok şeyde su dökemeyecek olsa da ulaşılabilir yakınlıktaydı Melahat.”

                                               * * * * *

“İyiydi, hoştu ama söz konusu bir hayatı paylaşmak olunca, Melahat kendini Sabahattin’le bir arada düşünemezdi bile.
Melahat’ı okuluna bıraktıktan sonra, uzunca bir süre sokaklarda başıboş dolaştı genç adam.
Nahit’e duyduğu ilgiye karşılık bulmuş olsaydı, tabii ki etmezdi bütün o lafları.
O olmayınca, hayatında başka birisinin olması gerektiğini düşünmüş, eksikliği doldurmak için ilanı aşk etmişti Melahat’a.
‘Ne kadar aptalım!’ diye azarladı defalarca kendi kendini.
Üstelik geri çevrilmişti.”

                                               * * * * *

“Genç adamın Aralık 1928’de başlayan Almanya serüveni, Mayıs 1930’da sona ermiş oldu.”

                                               * * * * *

“Tayini Yozgat’a çıkmadan evvel yine Erenköy Kız Liseli bir kıza, Nahit’e âşıktı. Ne şiirler yazmıştı bu aşkıyla ilgili. Almanya’dan yazdığı mektuplarda ise Melahat diye inleyip durmuştu. Öte yandan, Maria Pudler’e ne kadar âşık olduğunu da anlata anlata bitirememişti mektuplarında.
Neredeyse adımını İstanbul’a attığı ilk gün, önüne çıkan ilk kıza âşık oluvermişti Sabahattin yeniden. Pertev ‘Dostum…’ dedi sırtını sıvazlayarak Sabahattin’in. ‘Bana kalırsa sen âşık olmayı seviyorsun.’”

Sevda dolu günlerini okurken kararsız kalmıştım. Çiçekten çiçeğe dolaşan arı gibi gördüm bir ara Sabahattin Ali’yi. Şıpsevdi, daldan dala konan biri. Oysaki ilerleyen sayfalarda onun ilgiye, sevgiye, güzelliğe sevdalı olduğunu hissettim. Hep iyi, güzel şeyler olsun istiyor. Hem kendisi, hem çevresi hem de halkı için. Zaten fikirlerini çoğu zaman fütursuzca dile getirip başının derde girmesi de bu sebeple değil mi?

                                               * * * * *

“Sabahattin’in İstanbul’un aydın çevrelerine girmesi de hiç zor olmadı.
Batı görmüş, dil bilen, eli kalem tutan, üstelik sempatik bir kişiliğe sahipti. Girgin ve konuşkandı. Her zaman temiz ve bakımlı kıyafetleri, tel çerçeveli gözlüğü, ağzından düşürmediği piposu ve yeşil mürekkepli dolmakalemiyle, gayet hoş bir entelektüel görüntüsü çiziyordu.”



“Yeşil” mürekkepli kalemiyle yazıyor tüm yazılarını. Şiirleri, romanları, mektupları hep bu renkle hayat buluyor.
“Yeşil mürekkep” ifadesi kitabın hem adı hem de omurgası bence. Kitapta sık sık bu ifade kullanılıyor. Bazen hüznü çağrıştırıyor, bazen sevdayı. Kimi zaman umudu çoğu zaman acıyı.

                                               * * * * *

“Genç adam, yakınında durduğu derginin yaşanmakta olan hayata ve hâkim siyasal düşünceye karşı aldığı tavırla iftihar ediyor, Sertellerle Nâzım’ın ayak izlerini takip etmeye çalışıyordu.
Özellikle de şiirleriyle…
Ta ki bir dergi toplantısında, Nâzım ‘Bırak artık bu şiir işçiliğini Sabahattin, romana yönel’ diyene kadar.
Sabahattin, ağabeyi gibi gördüğü Nâzım’ın bu cümlesi üzerine gece gündüz kafa yordu.
Acaba becerebilir miydi roman yazmayı?”

                                               * * * * *

“Aklında hala, eski aşkı Nahit vardı Sabahattin’in. Önündeki boş beyaz sayfanın başına ‘Eskisi Gibi’ yazdı genç adam:

Sabahattin Ali'nin "Eskisi Gibi" adlı şiirini Ali Kocatepe ve Nükhet Duru besteledi:
Ben Gene Sana Vurgunum



                                               * * * * *

“Sabahattin, Kuyucaklı Yusuf’ta sosyal meselelere parmak basıyor, bunları felsefi ve siyasi bir bakışla ele alıyordu.”

                                               * * * * *

“Sabahattin, Kuyucaklı Yusuf isimli romanında olduğu gibi ‘Candarma Bekir’ isimli hikâyesinde de tam bir ‘toplumcu gerçekçi’ yazar portresi çizecek, koca Nâzım’ın ayak izlerini takip edecekti.”

                                               * * * * *

“ ‘Hapishane Şarkıları’nın ilkini Aydın Hapishanesi’nden çıktıktan sonra Konya’da yazmıştı genç adam.
Ne yazık ki çok geçmeden tekrar hapse düşmüş ve Konya Hapishanesi’nde o şiir demetine üç tane daha eklemişti.
Serinin beşinci ve sonuncusunu ise Sinop’ta kaleme aldı.”



Hapishane günleri, öykülerine kaynak olan gerçek hayat hikâyeleri. Sadece biyografik bir roman değil bu. Aynı zamanda yazdığı romanın, şiirin, hikâyenin de hikayesi.

                                               * * * * *

“Her şey yolunda giderse, oyun Darülbedayi’de sahnelenecekti.
Daha önce de iki oyunu sahnelenmişti burada. Unutulan Adam sahnelenen üçüncü oyunu olacaktı. Nedense,  Nâzım bu oyunun sahnelenmesini ötekilerden daha fazla önemsiyordu.
Demişti ki bir keresinde Sabahattin’e, ‘Toprağı, dostlarımı, karımı sevdiğim kadar severim tiyatroyu… Bugüne kadar hiçbir şeyi bir kişi için yapmadım. Kendim de dâhil. Ama bu piyesi, bir kişi için yazdım. Muhsin oynasın diye yazdım bu oyunumu.’”

                                               * * * * *

“İkisi de son derece şık görünüyorlardı.
Aliye günün modasına uymuş, siyah vualet (kadın şapkalarına takılan ve yüzü örten ince, hafif tül) takmıştı. Sarı saçları ve lacivert gözleri siyah renkle daha bir ortaya çıkmış, Müfide Hanım da gelini çok beğenmişti.
Çocuklar Sabahattin ağabeylerinin ve Aliye yengelerinin etrafında dört dönüyorlardı.”
Sabahattin - Aliye Ali
                                               * * * * *

“Bütün dünyayı, kocaman bir ülke olarak görmek istiyordu Sabahattin.
Din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı yapılmayan, kavgasız gürültüsüz, barış ve huzur içinde yaşanan bir dünyanın vatandaşı olmak istiyordu.
Gönlünde yatan aslan tam olarak buydu!

                                               * * * * *

“1 Eylül 1939, Sabahattin’in defterine de dünyanın kara kaplı defterine de bir felaket günü olarak kaydedildi.
Almanların Polonya’ya saldırdıkları o sabah İkinci Dünya Savaşı resmen başladı.”

                                               * * * * *

“Almanya’nın ortasında yaşanan bir çılgınlığın, Türkiye’nin ortasındaki Sabahattin ve ailesini etkilemesi akılla izah edilir bir durum değildi.
Bir deli kuyuya bir taş atmış, koca bir dünya uğraşıyor ama taşı kuyudan çıkaramıyordu.”

                                               * * * * *

“Bir gün arkadaşlarıyla konuşurken, üzerinde çalıştığı Kürk Mantolu Madonna romanını şöyle tarif edecekti:
‘Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahlûku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz.’”

                                               * * * * *

“İnsan despotluğu müzikle yenmişti.”


Bu arada İkinci Dünya Savaşı başlamış, yankıları Türkiye’ye de ulaşmıştır. Kitabın bu bölümünde Dmitri Şostakoviç’in Leningrad Senfonisi adlı eserinin hikâyesi aktarılmış. Leningrad Senfonisi / Kuşatması beni bayağı etkiledi. Savaşa karşı müziğin, sanatın gücü. Bu eser Almanların şehri kuşatması sırasında kent meydanında çalınıyor. Hikâyenin devamı için kitabı okumanızı tavsiye ederim.

                                               * * * * *

“Samim Kocagöz, ‘Macera’ isimli bir tekne bulmuştu.
Halikarnas Balıkçısı ve arkadaşı ahtapot avcısı Paluka’yla birlikte takım tamamlanmıştı.
Kafadarlar ‘Ver elini mavi yolculuk’ demiş ve tam da Nâzım’ın dediği gibi, motoru maviliklere sürmüşlerdi.”

                                               * * * * *

“Bir aydın, dünyayı ve ülkesini, her zaman iyi görmek isterdi. Yapılmakta olan yanlışları değiştirmeye gücü yetmiyorsa, görevini en azından eleştirel yaklaşarak gerçekleştirirdi.”

Kitapta ilgimi çeken bir diğer bölüm. Aziz Nesin ve Sabahattin Ali’nin “Markopaşa” dergisinin yayımını devam ettirebilmek için ısrarla, inatla, yılmadan yaptıkları çalışmalar. Dergi yüzünden ikisinin de başı epey ağrıyor ama pes etmiyorlar.

                                               * * * * *

“Belasız, kavgasız, asude bir hayatın özlemini çekmekle birlikte, kalemi eline aldığında nevri dönüyor, aklına gelen laflara hiçbir tahdit koymuyor; belki de koyamıyordu.”

                                               * * * * *

“Sabahattin farkında değildi ama rehberi, Sazara’ya doğru götüreceği yerde, başka bir yola sapmış, dere boyunda ilerlemeye başlamıştı.”

Sabahattin Ali, dönemin iktidarıyla durmadan ters düştüğü, fikirlerini pervasızca söylediği için ömrü hep davalarla geçiyor. Hatta dönem dönem hapis yatıyor. Bu sürecin hep böyle gideceğini düşündüğü için Bulgaristan üzerinden yurtdışına çıkma planları yapıyor. Çünkü ailesine iyi bir gelecek vermek, onları bu cendereden kurtarmak düşüncesinde. Ama işler planladığı gibi gitmeyecekti. Adım adım yürüdüğü yol onu yurt dışına değil ömrünün sonuna götürüyordu. Okurken hüzünleniyorsunuz. Olaylar sanki gözünüzün önünde canlanıyor ve “Dur gitme, dikkat et!” diyesiniz geliyor.

                                               * * * * *

“Aradan yaklaşık on ay geçtikten sonra, 12 Ocak 1949 tarihli gazetelerde ‘Sabahattin Ali Bulgar sınırında öldürüldü’ şeklinde atılmış manşetleri okuyunca, beyninden vurulmuşa döndü Rasih Nuri İleri. Gazetelerin verdiği haberlere göre, Sabahattin Ali’nin cesedi 16 Haziran 1948’de bir çoban tarafından bulunmuştu.”

Eğer bu güne kadar Sabahattin Ali eseri okumadıysanız ve bir yerden başlamak istiyorsanız bu eseri ilk sırada okumanızı tavsiye ederim. Böylelikle Sabahattin Ali eserlerine yeni pencereler açabilir, farklı açılardan değerlendirebilirsiniz.
Yok, eğer bir ya da birkaç eserini önceden okuduysanız muhtemelen “Yeşil Mürekkep”ten sonra onlara tekrar dönme gereği hissedeceksiniz. İyi okumalar.

                                            ▬    ▬      ▬
İlginizi çekebilir:

3.Kaplumbağa Terbiyecisi – Emre Caner                                     

Bu Haftaki Tercihleriniz

BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ (Faruk Nafiz ÇAMLIBEL)

KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ (Emre CANER)

SANATIN GEREKLİLİĞİ (Ernst FISCHER)

DEDE KORKUT HİKAYELERİ